Türkçülük ve Türk Milliyetçilik hareketi açısından önemli dönüm noktalarından ve tarihlerden birisi de ‘’3 Mayıs 1944 olaylarıdır.’’ Bugün her ne kadar Türk Milliyetçileri, bu tarihin hangi isimle anılacağına dahi karar verememiş olsa da bu önemli tarihi unutmamak gerekir. Her ne kadar Türk Milliyetçileri ‘’3 Mayıs’ın’’ farklı perspektiflerden tahlilini yapıp, önemini insanlara anlatmak yerine hangi isimle anılacağına dair bir tartışma üzerinden kendi kendisine hakaret ediyor da olsa bu tarih ziyadesiyle önemlidir.
Özellikle dönemde dış politikanın içeride büyük belirleyici unsur olduğunu söylemek gerekiyor. Türkiye’nin Cumhuriyet kuruluşu sonrasında ‘’göreli özerklik’’ konumunu korumaya çalıştığı bu tarihlerde iç politikanın şekilleniş biçiminde doğrudan ana unsur olarak, ‘’dış politika’’ karşımıza çıkmaktadır. İsmet İnönü’nün ‘’Milli Şef’’ olduğu o yıllarda ‘’1938-1942’’ yılları arasında Dış İşleri Bakanı, 1942 itibariyle de 1946 yılına kadar Başbakan olmuş Şükrü Saraçoğlu ismi hem dış politika açısından hem de ‘’3 Mayıs 1944’’ olayları ve ‘’Irkçılık- Turancılık Davaları’’ açısından önemlidir.
3 Mayıs 1944 ve devamında Irkçılık-Turancılık davalarında dış politikanın etkilerine değinmek dönemi anlamak adına çok kıymetlidir. Ancak önce ‘’3 Mayıs 1944 olayları’’ nedir sorusuna bir cevap vermek daha uygun olacaktır.
3 Mayıs 1944 Olayları
Genç Cumhuriyetin ve tek parti iktidarı döneminin en büyük nümayişidir. İkinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği ve Türkiye’nin ‘’tarafsızlık’’ adına ‘’kaygan bir zeminde’’ diplomasi yürüttüğü bir dönem yaşanıyordu. Bu tarihlerde iktidarda ise Başbakan Şükrü Saraçoğlu bulunmaktaydı.
‘’Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.’’ Sözlerini 1942 yılında zikreden ve sonrasında Varlık Vergisini çıkaran Şükrü Saraçoğlu iktidarında Hüseyin Nihal Atsız, hükümet adına kimi rahatsızlıklara sahipti. Evvela Atsız, İkinci Dünya Savaşına girilmemesini yanlış buluyordu. Ancak bu hususta hükümeti rahatsız edecek bir eleştiri dile getirmemişti.
Ancak Atsız’a göre Türk’ün ve Türk Devleti’nin büyük düşmanı SSCB’nin ve onun komünizm ideolojisinin hükümet içinde kimi isimler tarafından destekliyor olması kabul edilemezdi.
Bu tepkisini ilk olarak 14 Nisan 1944 yılında çıkardığı Orhun Dergisinde Başbakana açık mektup yazarak dile getirdi. İlk mektupta her ne kadar uzlaşmaz bir tavır söz konusu olsa da genel bir eleştiri getirilmiş ve ‘’solcuların devletten destek aldığı’’ yönünde suçlamalarda bulunmuştu.
Bu mektuptan 5 gün sonra Atsız, mektubun yeterli karşılığı bulmadığını düşünerek ikinci bir mektup kaleme almıştır. Bu mektubun dili ilkine göre çok daha sert ve keskindir. 19 Nisan 1944 tarihinde yine Orhun’da yayınlanan mektupta bu kez tek tek isimler zikrediliyordu. Özellikle Sebahattin Ali’ye yönelik ağır bir dil kullanılıyordu. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in, Nazım Hikmet’e dahi maddi yardım yaptığı belirtiliyor ve Hasan Ali Yücel’in istifa etmesi gerektiği belirtiliyordu.
Bu kez mektup hükümette karşılık bulmuş ve hemen Orhun Dergisi kapatılıp öğretmenlik yapan Atsız’ın görevine son verilmişti.
Ancak bununla da kalmayıp ‘’İçimizdeki Şeytan’’ kitabında neredeyse isimlerini değiştirmeden dönemin Türkçülerine hakaret eden Sabahattin Ali, Atsız’a karşı dava açacaktı. Ayrıca bu dava meselesinde Hasan Ali Yücel’in manipülasyonu olduğunu Sebahattin Ali’nin kızı dile getirmektedir.
Bu dava Ankara’da görülecektir ve Atsız dava için trenle Ankara’ya gelmiştir. Ankara’da büyük bir kalabalık genç grubu Atsız’ı karşılamıştır. Davanın ilk duruşması esnasında, duruşma salonu gençler tarafından doldurulmuştur.
Davadan bir gün sonra ise üniversitede daha o yıllarda genç bir delikanlı olan Osman Yüksel Serdengeçti, Sabahattin Ali’ye yumruk atacaktır.
Davanın sonraki duruşmasında gençlerin mahkemeyi doldurması ve adeta ortaya koydukları tepki yüzünden hakim Sabahattin Ali’yi mahkemenin penceresinden kaçırmak zorunda kalacaktı.
3 Mayıs 1944’e denk gelen o gün, genç Cumhuriyet’in tarihinde ilk defa büyük bir eylem gerçekleşecek ve binlerce milliyetçi genç Ulus Meydanına kadar yürüyecekti.
İnönü bu işe çok kızdı ve bakanlarla bir toplantı yapıp 160 öğrenciyi tutukladı. Yetmedi adeta memlekette bir cadı avı başlattı. Zeki Velidi Tokan, Reha Oğuz Türkan, Nejdet Sançar, Nihal Atsız, Alparslan Türkeş ve birçok Milliyetçi aydın tutuklanacaktı.
Üstelik bu isimlere ‘’tabutluklarda’’ işkence edilecek ve işkencelerde ‘’tırnak sökme’’ gibi olaylar yaşanacaktı.
Davaya Dış Politikanın Etkisi
Giriş kısmında da belirttiğim üzere İkinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği bir dönemde Türkiye ‘’göreli özerklik’’ konumunu koruyarak kaygan bir zeminde diplomasi yürütme çabası içerisindeydi. Tarafsızlık durumunu bozmamak için hamleler yapıyor ve bu çerçevede iç politikayı belirliyordu. Tek parti döneminde Milli Şef için hatta her şeyden önce dış politika geliyordu.
Türkiye bütün dönem boyunca Sovyet karşıtı gözükmeden güvenliğini sağlayacak Müttefik garantilerini sağlamak istiyordu. İngiltere ve Fransa’yla ittifakı dolayısıyla sürekli Müttefik yanlısı bir politika izlediyse de aynı zamanda Almanya ile ilişkilerini dengede tutmaya çabalıyordu.
Öyle ki dönemde Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve Dış İşleri Bakanı adeta farklı taraflara yakınlık göstererek bir diplomasi yürütüyordu. Başbakan Saraçoğlu ise Sovyetlerle ilişkiler çerçevesinde bir yol izliyordu. ‘’Saraçoğlu Misyonu’’ olarak adlandırılan bu siyasette, Sovyetlerle görüşmeler ikili şekilde devam ediyordu. Saraçoğlu’nun Sovyetler ziyaretinde Ankara ile yürütülen görüşmeler devam ederken Ankara’da Cumhurbaşkanı diğer devletler dengeli bir siyaset yürütmeye çabalıyordu.
Böyle bir tablo da 6 Haziran 1944’de başlayan Normandiya çıkarması Avrupa’daki savaş açısından sonun başlangıcı anlamı taşıyordu. İngiltere ve ABD artık Türkiye’den Almanya ile tüm ticari ve diplomatik bağlantısını kesmesini istiyordu.
SSCB’nin kazanacağı sinyalleri sonrasında Türkiye Sovyetlerle de ilişkiyi düzeltmeye yöneldi. Bunu belli etmek için ise ilk olarak Türkçülere karşı davaları sert bir biçimde başlattı. Hatta İnönü, 19 Mayıs 1944’de Türkçü-Turancılara karşı çok ağır sözler ederek bu tutumunu ilan etmiş oldu.
Sonrasında yukarıda anlatılan davalar, işkenceler ve olaylar gerçekleşti. Ancak 66 duruşma neticesinde cezalandırılan 10 kişi 1 sene sonra beraat edecekti.
Bu beraatın sebebi ise Sovyetlerin, Türkiye’nin beklediği şekilde değil tam aksi yönde bir siyaset izlemeyi tercih etmesiydi. Sovyetler, Türkiye’den toprak talep ediyor ve boğazlarda hak talebinde bulunuyordu.
Türkiye’de Soğuk Savaşın seslerinin duyulduğu bu dönemde dış politikasının yönünü değiştirecek ve kuzey komşusunun tehditlerine karşı yeni yollar aramaya başlayacaktı.
Artık Türkçüler-Turancılar serbest bırakılabilirdi. Hatta Soğuk Savaş öncesi dönemde devlet milliyetçiliği destekleme başlığını ajandasına kaydetmişti.