Vakit ne de çabuk geçiyor. Konya’ya gelişim 30 yıla yaklaştı. Doğrusu ilk geldiğimde biraz burukluk hissetmiştim. Ankara gibi geniş bir çevremin olduğu, eğitimimi tamamladığım, iş hayatıma başladığım, evlendiğim yerden, Konya gibi o zamanlar daha kapalı bir yapının olduğu yere gelmek biraz beni düşündürmüştü. Sonrasında bu kaygılarımın yersiz olduğunu gördüm, çok da dost edindim, bunlardan biri de Mustafa Büyüktemiz. Büyüktemiz gerçekten gönül adamı, dost, güvenilir bir kardeş.
Mustafa Bey bizden daha eski dostlarını ve bizim gibi dostlarını bir bahaneyle bizleri bir araya getirdi. Gençliğinden, ilk-orta-lise talebeliğinden, mahalleden, ne kadar kalburüstü arkadaşları varsa onları davet etmiş. Bir kısmını ben de tanıyorum, diğerleriyle de tanıştım. Bu dostların ortak paydası “dava adamlığı, ideolojik birliktelik” olarak tescillendi. Konya’dakiler tamam da listede dışarıdan da vardı.
1980 öncesi ülkenin durumunu bir düşünelim. 1970-80 arası talebeliğin, okumanın zorluğunu, MTTB ve Akıncıların üstün gayretleri, ülkücülerin vatana sahiplenme komünizmi engelleme mücadeleleri; ondan öncesinde “Milli Mücadele” derneklerinin gençlik çalışmaları; bunları gördük de, FETO çetesini bu dönemlerde sahalarda hiç görmedik. Aldıkları talimat gereği, o zamanda yeraltına inmişler, yer üstünde de “önce imanımızı kurtaralım” diye propaganda yapıyorlardı. Bu grupta akademisyenler, memurlar, iş adamları vardı. Tamamını tanımıyorum ama hepsi candan, dost, paylaşımcıydı. Hep birlikte eski günlerini; hatıralarını, sıkıntıları, davaya nasıl girdiklerini ve eski hocalarını yâd ettiler. Ahmet Güçyetmez, Ayhan Ersöz, Mustafa Kocaer, Haşim Horasan, Hüsnü Mutluer, Doğan Cengiz, Âdem Zora, Necmettin Tarakçıoğlu, İsa Kaya, Rıza Sarıbabıçcı ve daha ismi buraya sığmayacak 30 kadar kişi katıldı bu muhabbet ve dostluk sofrasına.
O zamanı birkaç hatıralarını şöyle anlattılar. Kocaer hocam, KTÜ’de okuyor. Yurtta kalıyor, ara sıra da imamlık yapıyor. Bir gün okul dönüşü yurt komünistlerce işgal edilmiş, içeri almıyorlar. O arada birisi Kocaer’i tanıyor “bırakın onu, o yurdumuzun imamıdır” diyor ve içeri alınıyor. Görüldüğü gibi o zamanın solcusunun bir Müslümana saygısı vardı, O Müslüman da saygıyı hak ediyordu.
Gruptan bazıları oldukça dikkat çekiciydi. Bunlardan biri ile ilk defa karşılaşıyorum. Duruşu, gülüşü ve gözlerdeki ateş hala etkileyici. Küçük Mehmet deniyor. Yeminli Mali Müşavirmiş. Boyu 150 cm ama grubun en hızlısı ve gizlisi imiş. Ayhan Ersöz esprileri ile öne çıkıyor, Kocaer her zamanki sakinliği ile nüktedanlığını konuşturuyor. Büyüktemizin sözde derneği “ye ve yedir”. Bu gelenek, Ankara Hacı Bayram Camii imamı ve kayınpederimin de yakın dostu rahmetli Zekai Hocadan miras kalmış, Mustafa Kardeşim bunu yaşatacak gibi. Siyasî rant ve benzer dünyevî işler için kırk yıllık dostların birbirini yok saydığı, hesap yapmaktan iş yapmaya, dostluk kurmaya vakit bulamayanların sayısının her geçen gün düştüğü ortamlarda böyle dostlukların yaşatılması için gayret edenlere ancak teşekkür edilir.
Dostluk, bir nasip meselesi imiş ve insanın dışında gelişirmiş. Şununla dost olayım deyip olamazsınız. “Katlandığımız değil, razı olduğumuz insanlar dostlarımızmış. Nurettin Topçu’nun dostlukla ilgili şu sözünü de unutmayalım: “Menfaat yaşamak, ahlak ise yaşatmak ister. Bir arada barınamazlar”. Marifatnamede dostluk; açmayı değil, kapatmayı gerektirir. Sözgelimi dostunun sırrını herkesten saklamak, ayıplarını örtmek, sözüne müdahale etmemek, iyiliğini istemek, onun hüznüyle mahzun olmak; bütün bunlar dostluğun adapları arasındadır. Çünkü dostluk ve kardeşlik, öldükten sonra da devam eden kıymetlerimizden biridir
Kötüde olsa, insan eski günlerini özlüyor. Gerçek dostlarını, davasını, saflığını ve de değerlerini.