Üslup, edep ve erkân demiştik, konuyu sanat ve edebiyata bağlamıştık. Sonrasında, şehrin ve iş dünyası yöneticilerinin; üsluba ulaşmanın en önemli adımı olan sanat ve edebiyat ortamının oluşmasına nasıl katkıda bulunabilir gibi soruların cevaplarına kısaca değinerek ilerlemiştik önceki yazılarımızda.
Peki bireyin kendisini edebi yönde yetiştirmesi için mutlaka büyük sanat galerileri ve kültür merkezlerinin desteği mi gerekli ve edep erkân eğitimini almak için bu tür merkezlerin açılması mı beklenmeli? Birey, özellikle genç birey kalabalıklardan sıyrılma adına, kendi kendine ne yapmalıdır?
İlk aklımıza gelen öğüt hemen “okumalısın genç adam, çok okumalısın” olur. Günümüzün teknolojik jenerasyonunun (y,x,z,i,alfa,milenyum,why…her ne isim verilirse) bu tür , lütfen tabirimi caiz görün , tepeden inme bir öğüdü kolayca kabul etmesi beklenemez?
Dünya nüfusu son hızla artıyor, yüksek okuldan mezun olma oranları da keza öyle. Bir genç, bunca yaşdaşının arasından nasıl sıyrılıp, kendini öne çıkarması gerekiyor? En özelinden okullar, kolejler, yurtdışından alınan eğitimler sağlayabilir bunu, doğru!.. Şayet ailenin imkânı, evdeki ortalama iki ya da üç çocuğa bu bahsettiğimiz, en pahalısından eğitimi veremiyorsa bu farklılık imkânsız hale mi gelecek? Söz konusu eşitsizliği kapatmak mümkün mü?
Bu sorunun cevabını öncelikle “ilk-çocukluk çağı”ndan başlayarak incelemeye çalışmakta fayda var. Yani gencimizin en temel eğitimine. Çocuğunun eğitimine önem veren bir ebeveyn; onun her hareketini gözlem altında tutar. Onun sevdiklerinin ya da sevmediklerinin farkındadır. Çünkü o iyi bir anne-babadır. Peki; “teknolojik ve ekransal” sevdiklerinin dışında aynı ebeveyn, 4 ya da 5 yaşındaki en değerlisinin, en sevdiği yazarı biliyor mudur? Şaşırtıcı bir soru mu? Örneğin uykudan önce ona okunan hangi kitaba en çok olumlu tepkiyi veriyor, katılım gösterdiği en sevdiği masal hangisi, en çok hangi yazarın üslubunu seviyor bunları biliyor mu o sevgili veli? Tüm günlük telaşesi içinde, o yazarın tüm kitaplarını bulmak için ne kadar gayret gösteriyor? Kaç tane ebeveyn bunu kendine hayatının en öncelikli görevi haline getiriyor? Onun en sevdiği çizgi filmi ya da teknolojik oyunu kolaylıkla bilebilen veli, yazar veya kitap lafzı geçince niye hemen hayat telaşesi, geçim zorluğu, vakit kısıtlığı gibi mazeretleri öne sürüyor? (Bu vesileyle “çocuğunun en sevdiği yazarı bilen ebeveynlere” selam ve sevgilerimizi gönderiyoruz…)
Biraz daha ileri yaşlara bakalım. İlköğretim ve lise çağları. Malum milenyum çağından sonra koca bir “sınav çağına” girdik. Sınavsız öğrenciyi öğrenciden kabul etmiyoruz. Matematik netleri ve ezbere bildiği formüllerle öğünüyoruz çocuklarımızın. Sonra birden bir gerçekle yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Çocuk o uzun sıkıcı Türkçe paragraflarının içinden çıkamıyor. Hemen nedenini az çalışmasına bağlayarak sonrasında, ek derslerde çareyi arıyoruz. Bu derslerde ise, çocuğa okuduğunu anlamayı değil de “sınav taktiğiyle” çalışması gerektiğinin öğretildiği bilinen bir gerçek. Önce şıkları oku, sonra yüklemi bul, kelimenin eş anlamlısına bak, aman hepsini okuyarak (zaten tek okumada ne okuduğunu anlayamayan bir çocuk) vakit kaybetme…işin en kolayı! Buradan da alınır yeni netler ve sınavlar başarıyla (!!!) geçilir, düşünmeyi sonrasına bırakarak.
Ve üniversite…Hayali kurulan, gelecekteki maaşımız ve kariyerimizi sağlayacak o uzak ve mutlu ülke. İşte gencimiz orada şu an, test çözerek, taktikle kazandığı okul. Ama bir sorun vardır. Kazandığı fakültenin dışında 70 adet daha aynı fakülteden olduğunu ve her yıl yaklaşık aynı bölümden 6.500 adet mezun verildiğini öğrenir. Bu durumda önünde iki seçeneği vardır bu gencin; ilki işi oluruna bırakır ve rüzgâr onu nereye götürürse oraya yönlenir veya bu 6.500 kişinin içinden ilk 65’e ne yaparım da girerim sorusunu irdelemeye başlar. Tabii bunu yapabilecek muhakeme ve farkındalık yetisine sahipse bu genç. Bunun için yollar vardır elbet, staj imkânları, bir hatta iki yabancı dil öğrenme, katılacağı sertifika programları gibi okullarının ve bölümlerinin kendilerine sunacağı ek fırsatlar…Elbette bu fikirler değerli hocalarımız tarafından daha da farklılaştırılıp derinlemesine aktarılıyordur ki daha fazlasını burada anlatmak bizim haddimize değil, onlarınsa takdirinedir.
Bu arada çok klasik ama bir o kadar da gerçek bir söylem olacak fakat; tüm bu anlatımlardaki imkânlara çok küçük maliyetlerle ulaşılabilir. İşte somut bir örnek: Şahsen yakın zaman içinde bir genci tanıdım; üniversitenin dış ticaret bölümünün son sınıfında okuyormuş, İngilizceyi akıcı bir şekilde konuşuyordu. Sohbet ettim kendisiyle, tabii ki ilk sorum “Yurtdışında mı kaldın genç kardeşim?” oldu, “Hayır hiç yurtdışına çıkma imkânım olmadı, öyle pahalı kurslara da gitmedim.” “Peki ama nasıl başardın?” diye sordum, telefonuma İngilizce eğitim programlarını indirdim, otobüste, durakta, alışveriş yaparken sürekli dinleme ve okuma yaptım, evde kendi kendime tekrar ettim, biraz da konuşma kulüplerine katıldım .Ve bunu son 3 yıldır istisnasız her gün yaptım” .İnanılmaz basit bir yöntemle, okuduğu bölümle alakalı, kendini farklılaştırabileceği bir nokta keşfetmiş ve hemen kendi imkânları dahilinde uygulamaya geçmişti bu genç adam.
Sadece yabancı dil için değil belki kendi bölümüyle ilgili ya da ilgi duyduğu bambaşka bir alanda , hiçbir zorlama olmadan okuyarak, notlar alarak ve belki öğrenci portallerine konu hakkında makaleler yazarak da bu farkındalığını oluşturabilir . Alev Alatlı’nın bu konuda çok güzel bir öğüdü vardır son kitabında, şöyle seslenir gençlere; ”Asırlarla top gibi oynayabilmelisiniz .Gözünüz korkmasın, İsa’dan günümüze hepi-topu yirmi adet yüzyıl var. Her birine birer ay tahsis etseniz , yirmi aylık tefekkür gerektirir ki, bu iki yıldan az bir zaman demektir. Hayatımızdan iki yıl verin ve bir ömür, hatta bir ülke boyu kazanın. Ciddi söylüyorum yavrum. Öğrenmek için resmi eğitimin şart olduğu günler geride kaldı. Eğitim sistemi iyiymiş kötüymüş, bunlarla vakit kaybetmeyin, siz işinize bakın. Öğrenmenin sırrı niyettir, kolayı fikr-i takip. İlgilendiğiniz bir olayın bir ucundan tutmaya görseniz, izleyen hadiseler çorap söküğü gibi akıp gider…”
Sayın Alatlı’nın da belirttiği gibi konu sadece tarihle ilgili olmayabilir. Örneğin; finans sektöründeki reklamcılık tarihi, bitki koruma alanında en etkili mikrobiyolojik çalışmalar, Türk Edebiyatında Tanzimattan günümüze romancılığın gelişimi, matematiğin sanat üzerine etkileri gibi alanında kendini geliştireceği pek çok konu ve yeterince zaman var. Ödevler, sınavlar, ekonomik sorumluluklar, arkadaşlarla ilişkiler yanında bu çalışmaları da eklemek mezun olduğu yılda o genci büyük ihtimalle ki ilk 65 e taşıyacaktır.
Daha da ötesi bu tür çalışmalar aynı zamanda kişiye, bir güven ve mutluluk da verecektir . Belki de en zor zamanlarında ayakta kalma desteği…Hayat bu, ne getireceği, ne götüreceği bilinmez. Kendiyle baş başa kalmaktan korkmayan, kendine her ortamda yatırım yapmasını bilen kişi ayrılık, gurbet, kayıplar, zorunlu işten ayrılışlar, hastalıklar v.s. gibi dönemlerinde de bu farkındalık özelliği ile hayatla bağını koparmayacaktır.
Kısaca; bir gence, bir çocuğa okumalısın, haydi günde 1 saat okuma yapalım gibi yöntemler ve söylemler, günümüz teknolojiyle hayatı bütünleşmiş gence hiç de çekici gelmeyecektir.
Onlara örnek olmak da yetmiyor artık, neyi- nasıl ve en önemlisi NEDEN yapmasını gerektiğini anlatmak onun farkındalığını, kendine has tarzını oluşturmasını ve en önemlisi zorluklarla mücadele yeteneğini kazandırmasına katkı sağlayacaktır.