Sevmeyi bilseydik, sevilmeyi de anlayabilirdik.
İnsan acıyı sever. Sadece acı insana kendini duyumsatır ve insan olduğunu hatırlatır.
Yaralanıp da bir hafta sonra kabuk bağlayan yarasının kabuğuna eli gitmeyen var mıdır? Çünkü bilir ki acı geçicidir, geçici olanı sevmek, hatta onu artık sevmediğinde uzaklaşma hissi duymak acıyı da sevmenin bir gereğidir. En sevdiklerimiz öldüğünde duyumsadığımız ölüm yokluğu aslında gidenin değil, kendimizin hayatına dair endişesi ve korkusudur. Bir mezarın üzerine kürekle toprak atılırken insan kendi üzerine de böyle toprağın atılacağını duyumsar, titrer hatta. Ancak mezara sırt dönüldüğü anda unutulur ölen ve ölüm. Acı dağlar geçer, yarası da zaten kabuk bağlayacaktır, günü geldiğinde o da sökülüp alınır.
İnsanın acıyı sevmesi öylesine tutkuludur ki, hem bir seven özne olarak kendisine hem de sevdiğine bu yüzden zarar verebilir. Verir de. Kimi sevdiklerimizi yavaş yavaş öldürürüz, kimisini bir anda ama mutlaka öldürürüz. Bu ölümler tıpkı bir mezardaki ölünün üzerine kürekle toprak atmak gibidir, zira mezardaki aslında atılan bu topraklarla ölür, daha önce veya daha sonra değil; sevdiklerinin attığı o toprak. Çünkü artık bu dünyadan, sevdiklerinden uzaklaşması gerektiği, artık bu dünyaya ait olmadığı söylenir kendisine o kürekle atılan toprakla. Dünyamızdan gidenin veya gönderdiğimizin acısını böyle uzaklaştırırız kendimizden. Sevilen uğrunda acı çekilen acıya dönüşür, sonrasında da sönen bir mumun çıkardığı dumanlar gibi karanlık boşlukta yok olur.