Akademik Sayfalar’ın Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Öğretmenlerimiz serisinin 14’üncü öğretmeni bir Akşehir’li.
Adı: Ahmet İhsan Eke.
Araştırmacı-yazarlarımızdan Serdar Ceylan ve Ahmet Çelik, hemşehrim Ahmet İhsan Eke’yi özel bir ek çıkartarak anlatmışlar. Takdire şayan bir araştırma.
Benim üzerinde durmak istediği ve merak ettiğim husus ise, Akşehirli öğretmenimizin Konya’ya bakışı ve yaşadığı dönemle ilgili Konya hatıraları.
İhsan Eke’nin Konya’ya dair yazıları, bir dönemin Konya’sına ışık tutması açısından elbette önemli. Gelin 1918 senesinin Konya manzarasına onun bakış açısıyla bakalım:
“1334 Hicri, 1918 Miladi yılı Eylül ayında çocukluk heyecanının verdiği bir avarelikle Konya sokaklarında dolaşıyorum. On bir yaşında o zamanki altı senelik Numune İlkokulu’nu bitirerek Konya’nın Şems Mahallesi’ndeki evimize yerleşmiştik. Konya bana o zaman büyük bir şehir olarak şu tabloyu çiziyordu.
Yüzde doksan toprak damlarla örtülü büyük bir kasaba, haydi şehir diyelim. Şehir içinde ceddelerde tek ağaç yok, o sıralarda bir toprak yığını halindeki Alaeddin Tepesi’ne çıkıyor, tarihi Saat Kulesi’nin eteklerinden Konya’yı seyrediyoruz. Birkaç muhteşem kubbeli cami, yeşil kubbeli Mevlana Türbesi, uzaklara, Uluırmak, Karaaslan, çayır yörelerine serpilmiş, kara damlı evler, dikili ağaç yok diyecek kadar kurak bir belde…”
***
1918’li yılların Konyası, nekadar da “dikili ağaç yok denecek kadar” kurakmış… Altı senelik ilkokulu ise on bir yaşında bitiriyor. O yıllardaki Konya evlerinin ekseriyeti ise toprak damlı.
***
Muallim Eke devam ediyor:
“Sanayi Mektebi’nin giriş imtihanları başlamış, elime bir kalem ve bir kâğıt verdiler. Türkçe’den bir kompozisyon yazarak kâğıtları komisyona teslim ettik. Ertesi gün hesap hendese, üçüncü gün de resimden giriş imtihanını vererek sonucu beklemeye başladık. Üç gün sonra listeler asıldı, adımı listenin yukarısında dördüncü sırada görünce sevimdim ve koşarak evimize geldim. Anneme müjde verdim, ailemiz sevindiler, öyle ya… Aile halkından bir kişinin masrafı eksilmiş, ben de bir istikbal yolunda ilk seyahate çıkmak üzere bavulumu hazırlamaya başlamıştım. Yatılı öğrencilerden istenen gerekli malzemeyi borç dert hazırladık ve ben bir cumartesi günü okula giderek, yatakhanede bana gösterilen bir karyolanın üzerine oturdum. Bir hafta sonra, Eylül sonlarına doğru derslere başladık. Mütareke yıllarının ağır havası, zehirli bir gaz gibi okulun havasını da ağırlaştırmış, öğretmen ve idarecilerde sebebini anlayamadığımız bir endişenin zehirli düşüncelerini yüzlerindeki çizgilerden okumaya başlamıştık.
16 Mart 1919, o gün tarih hocamız rahmetli Celal Bey yaşlı gözlerle sınıfa girdi. Kendisi aynı zamanda ihtiyat yüzbaşı ve çok heyecanlı bir vatanseverdi, hatta biz kendisine Vatanperver sıfatını ikinci bir isim olarak çok uygun bulmuştuk. Sınıfa giren hocamız, heyecanlı ve titrek bir sesle çocuklar dedi, namerd İngilizler, güzel İstanbul’umuzu işgal etmişler ve Şehzadebaşı Karakolu’nda masum askerlerimizi uykuda iken şehid etmişler dedi. İçimize birer tas zehir boşalmış gibi olduk, yutkunuyor, bir şey söyleyemiyorduk. Hocamız düşmanın namerde davranışından örnekler veriyor, kendini güç tutuyordu. Teneffüste bütün öğretmenlerin benizleri sapsarıydı. Konya semalarına kâbuslu bir hava çöreklenmiş, daha yeni bir harpten yorgun ve bitap çıkan memleket, yeni bir maceranın eşiğinde, yarının ne olacağı endişesi içine sürüklenmişti. İttifak Devletleri, meşum Sevr Andlaşması’na göre yurdumuzu paylaşmaya karar vermişler, buna dayanarak büyük devletlerden güç alan Yunanlılar da 15 Mayıs 1919’da güzel İzmir’imizi işgal etmişlerdi.”
AZİZİM DİYOR Kİ…
Yarın da, makalesinde bize ışık tutan İhsan hocanın “namerd İngilizler” ile “Sevr Andlaşması” ve İngilizlerin uşağı Yunan’ın ‘Megali İdea'sından söz açalım.