Cesar Pavese; “Biz sadece ‘an’ları hatırlarız” demiş. Şu anda yaşıyor olduklarımız ya da geçmişte yaşayıp biten ‘an’ lar…Bu günlerde belki de sık sık geri dönüp hatırladığımız anlarımız, anılarımız!..
Bu geçmişe dönüşlerimizin, evde oturmaya başladığımız bugünlere rastlaması tesadüf değil elbette.
Zorunlu olmadığımız zamanların dışında “evde kal”ıyoruz. Kendimizin, sevdiklerimizin ve çevremizdeki insanların sağlığını koruma adına! Zorunlu olarak çalışmak zorundaysak bile akşam iş çıkışı soluğu hemen evde alıyoruz. Tıpkı eski günlerdeki gibi, akşamın belli bir vakti, tüm ailenin evde, aynı yemek masasında toplanmak zorunda olduğu günlerdeki gibi. Bu sanki yazılı olmayan, net bir kuraldı. Yuva da olmak bunu gerektirirdi o vakitlerde…
Âlimler “mekânın ve zamanın ruhu vardır” derler. Bununla kastettikleri; yaşadığımız binaların sadece bina olmayışı, içinde aileyi barındıran bir yuva oluşu ve vaktin de o mekânlarda son dakikasına kadar sindire sindire yaşanmasıydı.
Mekânın ruhu olduğu dönemler;
Ağustos ayının sıcak bir öğleden sonrasında sokağa kaçmaya çalışan biz küçükleri korumak adına, kapıda komşu teyzenin kulağımızdan tutup evlerimize geri yollamasıydı.
Veya “maniniz yoksa annemler size oturmaya gelecek” haberini iletmesi için evin en küçüğünün komşuya gönderilmesiydi.
Ya da çalışan komşumuzun mesaisinin uzaması nedeniyle okuldan gelen çocuğu için kaygılanmaması idi, çünkü şundan emindi ki; çocuğuna mutlaka komşulardan biri tarafından sahip çıkılırdı.
Veya apartmanın tüm küçüklerinin hiçbir korku ve endişe kaygısı yaşamadan bahçede saatlerce oynamasıydı.
Keza komşu çocuklarından biri hastalandığı zaman tüm komşu teyzelerin toplanıp, onu bilumum sağlık çayı, tavuk çorbası v.s. ile iyileştirmeye çalışmasıydı.
Yani ruhu olan o mekânlar çok ama çok büyüktü. İçine bir mahalle dolusu insan sığardı.
Sonra büyük güvenlikli sitelerimiz içinde beş artı bir buçuk dairelerimiz oldu. Akıllı evlerdi bunlar. Her malzemenin en iyisinden kullanıldı bu konutlar için. Çok katlı ve gösterişliydi. Bir de akşam siteye bakacak olsanız ışıl ışıl parlayan site bahçesi ile içiniz açılıyordu. Kullanılan elektrik ile küçük bir köyün elektrik ihtiyacı karşılanırdı ama olsundu ne de olsa yüksek yüksek aidatlar ödeniyordu bu keyif uğruna.
İçi ise kimselerde olmayan mobilyalar ve beyaz eşyalarla doluydu. Her odada televizyon ve film gösterim cihazları, diz üstü bilgisayarlar, mutfakta son model cihazlar, salonda her türlü son moda aksesuarlar ki bunlar biraz rahat hareket edilmesine engel oluyordu ama ne önemi vardı göze hoş görünüyordu. Estetik olmasına da hiç gerek yoktu ne kadar pahalı olduğu bilinsin yeterdi.
Sonra ailenin her bir ferdinin kendi odası ve o odalarda kendine ait dünyaları vardı. Herkes özgürdü kendince. Kimse kimseyle ilgilenmezdi akşamları. Zaten akşamları çok da evde oturmaya vakit olmazdı. O etkinlik senin bu gösteri benim gezmek de günümüz sosyal hayatının olmazsa olmazıydı. Olurdu aslında da olmazsa sosyal medyada ne paylaşılacaktı o vakit. Hem bunca saat yoğun mesainin ardından her şeyin ama her şeyin en iyisi hakkediliyor değil miydi?
Sonra, bir anda denildi ki; görünmez bir tehlike var, evde kalmalısınız. İlk etapta hiç de sorun değilmiş gibi göründü. Sonuçta bu evler her türlü konforun düşünülerek dizayn edildiği mekânlardı. Hem biraz da dinlenmiş oluruz diye düşünüldü. Derken günler geçti ve o evlere gerçekte ne kadar yabancı olunduğumuzun farkına varmaya başladık. Bu evler sadece pahalı beton yığınlarından ibaretti. Ruhu yoktu. Hem kendimizle hem de ailemizle bu kadar yakın olmaya yabancıydık. Belki bunalımlar, belki daha kötüsü öfke patlamaları yaşanmaya başladı. İçsel isyanımız, kendimizle olan sorunlarımız her geçen gün bu inziva ile ortaya çıktı.
İşte mekânların ruhunu bu şekilde kaybetmesi çok değil sadece birkaç on yıl içinde oldu. Hem mekânın hem de zamanın nasıl değerlendireceğimizi- bize dayatıldığı şekilde- kabullendik bu kadar kısa süre içinde.
Kendimize geldik ve aklımızı başımıza aldık demek için henüz çok erken. Evet henüz her şeyin çok başındayız.
Cenab-ı Hakk’ ın izniyle bu kara bulutlar çekip gittiği zaman her kişi kendi tecrübeleri ile baş başa kalacak. Yaşamımızın yönü ve tarzı değişecek mi bunu zaman gösterecek.
Bir yazarın dediği gibi tüm bu sürecin sonucunda ortaya çıkacak belki de en kötü sonuç; her şeyin eskisi gibi, kaldığı yerden, aynı şekilde devam etmesi olacak.
Evde kalışlarımız bize her geçen gün yeni sorular sordurmaya devam edecek gibi görünüyor gerçekten.
Bu süreç içinde hepimizin sağlığı ve umudu daim olsun...