İktisat kelimesinin anlamını sınırsız ihtiyaçların kıt kaynaklarla giderilmeye çalışılması ya da bu iki terimin arasındaki denge gibi bir kelimeler öbeğinin içerisinde anlamlandırmaya çalışırız.
Her insanın kendi içinde bulunduğu hal ile ihtiyaçları şekil alıyor. İnsan, neye ihtiyaç duyduğunu içinde bulunduğu sosyal statü ve ekonomik özgürlükler çerçevesinde belirliyor.
Bugün asgari ücretli bir çalışanın iktisat anlayışıyla birden fazla gelire sahip olanların iktisat anlayışı aynı değildir, olamaz.
Asgari ücretli, ayın sonunu nasıl getireceğini, bir sonraki maaş gününde hesabında 4250 lirayı görene kadar karnını nasıl doyuracağını hesap ederken, gelir seviyesi ortalamanın üzerinde olan birisi ise parasını nasıl değerlendireceğinin düşüncesi içerisindedir.
İnsanın içinde bulunduğu durum, yaşadığı çevre, sosyal statüsü, ekonomik seviyesi, hayat standartlarının belirlenmesinde doğrudan bir etken olarak öne çıkıyor.
Beklentiler, istekler hiçbir zaman ve hiçbir koşulda bitmiyor.
Herkes kendi bulunduğu hal içerisinde daha fazlasını arzu ediyor. Kiminin derdi, daha iyi koşullarda hayatını idame ettirebilmekken, kiminin derdi kendine sunulan ya da elde ettiği koşulların nasıl bir nimet olduğunu bir kenara koyup daha fazlasını talep etmesidir.
Birilerinin hayalini kurduğu hayatı birileri yaşıyor. Yaşayan da kendisinden daha zengin, daha dolgun ve doygun olanların hayatına göz dikip, imreniyor, ‘keşke benim olsa’ fikrinin peşine sürüklenmiş gidiyor.
Bugün bu anlattıklarımın çok bariz ve net örneklerini günlük hayatımızda yaşıyoruz aslında.
Olanda hayır vardır denir ya… İçinde bulunulan halin kıymetini bilmek, hep yukarıya değil biraz da aşağıya bakmak aslında arzuları dindirmek adına bizi dizginleyecektir.
Dün ile bugünü kıyaslarken bu anlamda bazı yol işaretlerini aslında görmezden geliyor, yabana atıyoruz.
Dünün bugünden daha iyi olduğunu, bugünü yaşarken yarının endişesini yaşadığını söyleyen hemen herkesin ortak paydası, cebindeki paranın alım gücünün düşmesi ve kendisine yetmemesi yönünde.
Bizim kuşağın dünyaya bakış açısı, dünyaya verdiği değer ile bizden öncekilerin bakış açısı bambaşka.
Biz bugünü yaşayıp bugün bize sunulanlar üzerinden hareketle bizim de bunlara ihtiyacımızın olduğunu varsayarken dedelerimizin nesillerinin baktığı pencereden baktığımızda dünya malına bu kadar kıymet verilmediğini anlıyoruz.
Bize ihtiyaç olanlar onlara lüks geliyor.
Geçtiğimiz haftasonu uzunca bir süredir gitmediğim köyümü ziyaret edip, yaşı 90’ı devirmiş ve tükenmek üzere olan eski neslin elini öptüm. Konuşmaları, davranışları, hayatları tamamen ders niteliğinde. Günün ihtiyaçlarına entegre edilmeye çalışılıyor olsalar da bu onlarda bir karşılık bulmuyor. Ellerinde bizim elimize dahi almak istemeyeceğimiz, henüz akıllanmamış cep telefonları. Fonksiyonlarının hiçbirini bilmiyorlar. Bilmeye de tenezzül etmiyorlar. Kimseyi arayamıyorlar, sadece arayan olursa yeşil renkli tuşa basıp cevap verebileceklerini biliyorlar, bu da onlara yetiyor.
Evlerinin çatısındaki güneş enerjisi, güneş yüzünü gösterdiği sürece sularını ısıtıyor. Yakacaklıkta yaşlılık döneminde kullanılmak üzere biriktirilen kemreler, ısınma ihtiyacını karşılamada önemli bir rol üstleniyor. Bir ıbrık, bir leğen, bir de peşkir mabeyinlerinde sürekli bulunuyor. Seccadeleri de ellerinin altında… Aşevinin içerisindeki en modern cihaz buzdolabı. O da zaruret hali olmasa, bulundurulmayacak. İhtiyaç kadar tabak, çanak, bardak, kaşık, çatal, bıçak… Misafire özel, günlüğe sıradan ayrımı yok. O gün ne kaynamışsa göz ocağında dibi kararan tencerede, o tüketilir. Allah misafir verirse o da aynısını tüketir.
‘Dünyadan elini eteğini çekmiş birinin başka ne beklentisi olabilir?’ diyebilirsiniz. Köyün genci de aynı mayayla karılmış, çocuğu da… Gencin en büyük kaygısı, tarlası, bağı, bahçesi, ahırdaki ineği. Tamamen üretime odaklanmış. Çocuğun en büyük kaygısı, güttüğü kuzusu… Zevk alıyor yaptığı işten. Ve küçük dünyasında büyük arzular peşinde koşmadığı için mutlu mesut yaşıyor.
Bir tarafta arzular şelale… Bitmek bilmeyen ihtiyaçlar listesi ve insanların o ihtiyaçları karşılayabilme çabasıyla çırpınışları. Çırpındıkça batağa sürüklenen bir nesil. Dayatılan ihtiyaçların sayısıyla doğru orantılı bir şekilde artan mutsuzluk…
Bir tarafta ise, azıcık aşım, ağrısız başım diyen, arzular şelalesinin içinde boğulmaktan korkan, nefsini dizginleyen, derdi sadece üretmek olan, şehirlileşmeyen ve hatta şehirden korkan azınlık. İşte köylerdeki bu azınlık, şehirdeki azgınlığı besliyor. Şehirdeki arzuların debisi her geçen gün artarken, köyün küçük damlalarının oluşturduğu derya, köy insanını mutlu ediyor.