MEVLÂNÂ: “Âşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları olmasaydı/ Gerçekten de dünyâda su da olmazdı, ateş de/ Birisi âşıklık nedir diye sordu/ Dedim ki: Benim gibi olursan bilirsin.”
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, bize “Allah'ın rahmeti ve esenlik ona, kâinatın peygamberi, var olanların en ulusu, en iyisi şöyle buyurmaktadır: Bilgi, gönüllerin yaşayışıdır. Çünkü bilgi, gönlün anlayışıdır. Anlayış diriliktir; anlayışsızlık ölümdür.” haberini verdikten sonra ahvalimizden, bilginin ne kadar değerli bir şey olduğundan ve insan psikolojisinden şöyle bahseder:
Meydan geniş, fakat meydanda dolaşacak er yok;
Âlemin ahvali bildiğin gibi değil.
Görünüşte erenlere benzerler ama,
Özlerinde müslümanlığın kokusu bile yok.”
Allah'a sığınırız. Sonra sevgili Peygamber ne buyuruyor? Kulluk, ibâdet, günahlara kefarettir. Yâni temiz işler, kötü ve pis işleri yokeder, temizler. Hani sen, filân kişi benim hakkımda şu çeşitli kötülükte bulundu, şu çeşit düşmanlık etti diye düşünürsün; öfkelenir, onu döveyim, zindana atayım dersin. Derken şu günde bu çeşit bir iyilik de yapmıştı, bu çeşit bir hizmette bulunmuştu, benim için filân kişiyle savaşmıştı diye düşünürsün; öfken yatışır, geçer; böyle bir dostu dersin, incitmek doğru değil; yaptığı hatayı bilerek, isteyerek yapmamıştır; ondan sonra da özür dilemeye kalkışırsın. İşte en üstün lütuf ve ihsan ıssı olanlardan daha da üstün kerem ve ihsan ıssı Tanrı da kötülüğe, bozgunculuğa karşı özür dilemek için kullara ibâdetlerde bulunmalarını buyurmuş, onlara kulluklar öğretmiştir. Nitekim hastalıkları gidermek için ilâçlar yaratmıştır; günah kılıçlarının, oklarının, mızraklarının yaralarından korunmak için zırhlar, kalkanlar halketmiştir. Bir kılıç ustasına benzeyen Şeytan, keskin kılıç yapar, kalkan ustasına benzeyen akıl ve bilgi de kalkanı pek sağlam olarak düzer-koşar. Ok yonan nefis, temreni pek keskin yapar; tevbe zırhçısı da zırhın halkalarını sık, sağlam düzer-koşar. Bu, kahır yapıcısıdır; o, lütuf ustası. A kardeş, keskin kılıcın üstüne atılmadasın; tövbe ve kulluk kalkanını almadan gitme. Başka ne buyuruyor? İnsanlar iki çeşittir: Bilgin ve kurtuluş yoluna düşüp bilgi öğrenmeye çalışan. Bilgin, kılavuza benzer; yola gidenlerin işlerine yarar; fakat âhiret yolculuğuna düşmeyi gönlüne getirmeyen, kılavuzun kadrini ne bilsin? Bilgin, hekimdir; ağır hastalıkları giderir. Fakat hekimin kadrini, ağlayıp inleyen hasta bilir; altınını, malını-mülkünü feda eder; bunu da canına minnet bilir. Ölü ne bilsin hekimin kadrini. İlâç, derdi olan kişinin işine yarar; derdi olmayan kişi ilâcı duysa bile kadrini ne bilir? Gözü ağrımayan göz ilâcını ne yapsın? Ama gözü rahatsız olan kişiye yarım dirhem göz ilâcı yüzbinlerce kuruşa değer.
Hani duymuşsundur; hiç birşeyden haberi olmayan biri,
Dişi ağrıyan birisinin halini-hatırını sormaya, dolaşmaya gitti.
Kederlenme buna dedi, yeldir, geçer-gider.
Dişi ağrıyan, evet dedi, öyle ama sana göre bu.
Bu gam bana demirden bir dağ gibi,
Ama değil mi ki senin dişin ağrımıyor; sana yel gelir.
Şimdi, birgün, aydınlığı gören, canı birgün o devleti tatmış olan kişi, o devletten ayrılır, mihnet gününe düşerse; güllükten, gülüstanlıktan, elma bahçelerinden, sonu gelmeyen şeker kamışlığından ayrılır, dikenlik bir yerin karanlığına uğrarsa, din yolunun bilgisini, nefsin düzenlerini, o düzenleri savuşturma yolunu, gönül ve din aydınlığına ulaşılacak yolu o kişi bilir. Adem'le Havva gibi; cenneti gördüler onlar; cennet nimetlerini tattılar onlar; derken nefsin kötülüğü, Şeytan'in düzeni yüzünden ansızın suç işleme buğdayını yediler; "Hepiniz de inin cennetten" (Bakara/38)) hükmüyle cennetlerin bahçelerinden, o güllük-gülistanlıktan böylesine bir zindana, böylesine bir yeryüzüne düştüler. Nice yıllar ağlayıp inlediler; ellerine başlarına vurdular; güneş altında dönüp dolaştılar; gözyaşları döktüler. Âdemin gözyaşlarından Hindistan'da bunca ilâçlar, bunca şifâ veren otlar bitti. Suçluların gözyaşları şifâdır, devadır; hem bu dünyâda, hem öbür dünyâda.
Âşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları olmasaydı
Gerçekten de dünyâda su da olmazdı, ateş de.
Ateş, ağaca ulaşmasaydı nasıl yanardı ağaç? Ağacın, odunun birbaşı yanmasaydı öbür başından nasıl olur da akardı su?
Ey sararıp solmuş mum, gözyaşı dökerek
Derde uğramış âşıklara baş olmuşsun sen.
Zamanın Ferhad'ısın, yan-yakıl, eri, yokol;
Neden Şîrîn'in sohbetinden ayrıldın sen?
Bâzıları derler ki: Mum, ateş onun evine kondu, yerleşti de o yüzden ağlamaktadır; bâzıları da derler ki: Tatlı bal, onun evinden gitti de o yüzden ağlamaktadır; hal diliyle de der ki:
Geceleri benim hâlimi ancak benim gibisi bilir;
Yanıp yakılanların geceleri nasıl geçer; ne bilirsin sen?
Birisi âşıklık nedir diye sordu;
Dedim ki: Benim gibi olursan bilirsin.”
YARIN: Aklın şerefi ve saman çöpü…