- Mevlânâ: Ay ışığını saçar, köpekse havlar, ulur-durur/ Ay'ın ne suçu var. Köpeğin işi-gücü, huyu-husu budur/ Göğün direkleri Ay yüzünden ışıklanır/ Yeryüzündeki tikenin dibinde uluyan köpek de kim oluyor?”
Mevlâna Celâleddin Rûmî, resmî vaazlarının yer aldığı Yedi Meclis adlı Türkçe eserindeki 1. Meclis’te, “Bismillah”ın önemi, değeri üzerinde mükemmel bir şekilde yorumlarken İslâm’a ve Peygamber Efendimiz’e hakaret eden kim olursa olsun onları hiç hoş görmüyor, onlara müsamahayla yaklaşmıyor ve tolerans da göstermiyor.
Yâ ne diyor: Ay ışığını saçar, köpekse havlar, ulur-durur/ Ay'ın ne suçu var. Köpeğin işi-gücü, huyu-husu budur.”
Bakalım Mevlâna Celâleddin Rûmî vaazında ne diyor:
“Bismillah o addır ki, Allah'ın rahmeti ona, Mustafâ, ayın on dördüncü gecesi Kâ'ğbe'nin çevresinde tavaf etmedeydi. Mekke'de, sıcağın şiddetinden halkın çoğu geceleyin dışarıya çıkardı. Abû-Cehl, onu gördü; kızdı, hasedi coştu, kabardı, köpürdü. Tanrı bilir, gene bu büyücü hangi düzeni kurmada dedi. Allah rahmet etsin, Mustafâ, esirgeme yoluyla cevap verip ona dedi ki: Düzen nerde, ben nerdeyim? Ben halkı, senin gibi yol yitirmişlerin düzeninden, tuzağından kurtarma için gelmişim. Abû-Cehl, peki dedi, büyücü değilsen avucumda ne var, söyle. Daha önce, bilerek avucuna çakıl taşları almıştı. Cebrâîl-i Emin gelip erişti, yâ Muhammed dedi, Hak sana selâm ediyor; selâm sana ey Peygamber ve Allah'ın rahmeti ve bereketleri sana. Diyor ki: Hiç düşünme; sana onlar büyücü derlerse desinler, biz sana iyi adlar taktık; o adların bâzısını halka söyledik; bâzısını, anlayamazlar diye, "Halka akılları mikdarınca söz söyleyin" hükmünce söyledik. O kim oluyor ki sana ad takabilsin? Kula efendisi ad takabilir; kapıdan giren aşağılık kul, efendiye, efendisinin oğluna nasıl ad takar? Taksa bile, taktığı adı onun boynuna asarlar da cehenneme yollarlar onu. Seni sınamak için avucumda ne var diyor. Cevap ver de de ki: Hangisini istersin; ben mi avucunda ne olduğunu söyleyeyim; yoksa avucundakiler mi benim kim olduğumu söylesin? Esenlik ona, Mustafâ, Rahman ve rahîm Allah adiyle diye bu adı söyledi ve ona cevap verdi. Abû-Cehl, avucumdakilerin senin kim olduğunu söylemesi daha kuvvetli dedi. Tanrı'nın tertemiz adiyle, avucundaki çakılların her biri, Allah'tan başka yoktur tapacak Muhammed Allah elçisidir diye ses verdi, dile geldi. Bir bölük halk inandı. Abû-Cehl pek büyük bir kızgınlıkla çakılları yere vurdu; pek pişman oldu sözüne ve gördün mü dedi, kendi elimle neler ettim ben. Sonra gene kendini tuttu, inadla dedi ki: Lât'a, Uzzâ'ya andolsun ki bu da büyücülük. Abû-Cehl'in bâzı dostları, büyücülük dediler, yerde olur, göğe tesir etmez; gel onu bir de bu yönden sınayalım. Geldiler, dediler ki: Bu yaptığın büyü değilse, gerçekte, Tanrı’dansa şu on dört gecelik ayı ikiye böl; çünkü büyü göğe tesir etmez. Hemen Cebrâîl erişti. Düşünceye dalma, tertemiz, kutlu, zevali olmayan adımızı an, Rahman ve rahim Allah adiyle de ve iki mübarek parmağını birbirinden ayırarak göğe tut, aya işaret et de gücümüzü görsünler diye Allah’dan haber getirdi. Mustafâ öyle yaptı, hemen ay iki parça oldu; yarısı Peygamber'in sağ parmağının hizasına gitti, yarısı sol parmağının. Yaklaştı kıyamet ve yarıldı ay. Öylesine korkunç bir ses işitildi ki, şehirde ve ovada binlerce hayvan öldü; geri kalan hayvanlar yem yemekten kesildiler, tir-tir titremiye başladılar ve bunca halk hastalandı; bir bölük halkın yüreği kan kesildi. Hepsi de, kendisinden haber verdiğin Tanrı hakkı için dedi, tez şu Ay'ı düzelt, eski haline gelsin; yoksa şu anda bütün âlem altüst olacak. Allah rahmet etsin ona, Peygamber, gene bu adı söyledi, Rahman ve Râhîm Allah adiyle dedi; iki parmağını bitiştirdi, Tanrı buyruğuyla ve bu cana can katan adın kutluluğuyla Ay'ın iki parçası birleşti. Birçok kimse inandı Müslüman oldu. Abû-Cehl'inse derdi arttı; adam, elden çıktı da öfkeyle, inadla güç kendini tuttu; dedi ki: Bu doğruysa, gözbağcılık değilse, kulaklarımızı bağlamadıysan, aklımızı-fikrimizi çelmediysen, başka şehirlerin de bundan haberi olması gerek. Derken, âlemin her yanından dostlardan dostlara adamlar, kervanlar, haberciler, mektuplar gelmeye başladı; bu ne olaydı ki deniyordu, gökleri yaratan, bu kubbede şu iki mumu aydınlattığı, bu iki gevherle karanlıklar perdelerini yaktığı, "Güneşi parlak, ziyalı Ay'ı aydın ışıklı yarattı” hükmünce ikisini halkettiği günden beri bu çeşit görülmemiş, eşsiz, şaşılacak bir olay olmamış; atalarımızdan, babalarımızdan hiçbir kimse böyle birşey anlatmamış, hiçbir kitap böyle birşey yazmamıştır. Çevredeki şehirlerden mektup üstüne mektup geliyordu. Abû-Cehl"in ve benzerlerinin her solukta, "Ama gönüllerinde hastalık olanların pisliklerine pislik katarak küfürlerini arttırdı” âyetinde bildirildiği gibi daha da fazla yüzleri kararıyordu. İnananlarınsa, "İnançlarına inanç katsın diye” hergün, gönülleri daha da kuvvetleniyor, îmanları daha da artıyordu.
Ay ışığını saçar, köpekse havlar, ulur-durur;
Ay'ın ne suçu var. Köpeğin işi-gücü, huyu-husu budur.
Göğün direkleri Ay yüzünden ışıklanır;
Yeryüzündeki tikenin dibinde uluyan köpek de kim oluyor?
Oku, yüceler yücesi Rabbin sözünden, ana yolda yürüyenlere yol göstermek için ey Kur’an okuyanların padişahı. "De ki: Ey nefislerine uyup hadden aşırı hareket eden kullarım, Allah rahmetinden umut kesmeyin.” Ulu padişah, bol-bol veren, dünyaya sahip olan, gizli şeyleri bilen, parça-buçuğu da, tümü de yaratan, tikene de, güle de rızık veren, hiçbir buyruğa uymayan, buyruk ıssı padişah, gerçek saltanata sahib olan, gönülleri ölmüş olanları diriltmek, gönülleri porsumuş olanları tazeleştirmek için böyle buyurur: “De ki ey kullarım; de ki ey Muhammed, çünkü söz, helâldir sana; çünkü sözün, ululuk ıssı Allah’dandır senin.”
YARIN: Kasabın kuş hikâyesi ve nefislerine uyup haddi aşanlar…