Türkçede ‘ş’ harfi fiilin sonuna eklendiğinde fiile ikinci bir hareket kazandırır. Bu ikinci hareket, beraberinde ilkinden farklı olarak yeni bir tavır, tarz ortaya çıkarır. Başlıkta yer alan ‘bakış’ ve ‘hatırlayış’ kelimelerine bu zaviyeden yaklaşıldığında, İslam Düşünce Tarihi adını verdiğimiz bütüne mevcut bakma ve hatırlamalardan farklı yeni bir bakış ve hatırlayışı işaret ediyor. Her şeyden önce böyle bir yeniden bakışın şu sorulara cevap vermesi gerekir: Mevcut okumalardaki sorun nedir? Var olduğu iddia edilen yanlış bakışların düzeltilmesi için ne teklif edilmektedir?
İslam Düşünce Atlası bu sorulara cevap verebilmek maksadıyla İbrahim Halil Üçer’in editörlüğünde, aralarında İhsan Fazlıoğlu, Ömer Türker, Lütfi Sunar,Tahsin Görgün’ün de bulunduğu üç yüze yakın akademisyenin katkılarıyla vücuda gelmiş bir proje/eser. İlk baskısı Ekim 2017’de Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları tarafından yapılan üç ciltlik kitap sonraki versiyonda altı cilde çıkmıştır. Ayrıca aynı ismi taşıyan internet sitesi aracılığıyla düşünürlerin, eserlerin, düşünce havzalarının ayrıntılı bilgileri oldukça kullanışlı haritalar eşliğinde sunulmaktadır.
Bugüne kadar yayımlanmış felsefe tarihi yahut daha genel ifadesiyle düşünce tarihi kitaplarında göze çarpan bir husus, bu kitapların ele aldığı dönemdeki atlamalar ve bu atlamaların doğurduğu boşluklardır. Örneğin Luc Ferry’nin Gençler İçin Batı Felsefesi adlı kitabına baktığımızda Antik Felsefeden Hıristiyanlığa, oradan Hümanizma/Modern Felsefeye, oradan da Postmodernist ve Çağdaş Felsefeye geçildiği görülür. Bu kitabın Batı felsefesi tarihine odaklandığı, dolayısıyla İslam felsefesinden bahsetmesine gerek olmadığı söylenebilir. Acaba öyle midir? Felsefenin Antik Yunan’da başladığını kabul ettik diyelim, bu dönemle modern felsefe arasındaki geçiş nasıl mümkün olmuştur? Neden İslam ‘Doğu’yu, Hıristiyanlık ‘Batı’yı temsil etmektedir? Bu ve buna benzer pek çok kitapta açıkça görülmektedir ki Antik Yunan ve Helenistik dönem insanlığın ortak düşünce mirası olarak değil, yalnızca Batı felsefesine kaynaklık etmeleri yönünden ele alınmıştır.
Aklı başında, önyargısız herkes bilir ki insanın düşünce tarihi bir bütündür. Mezopotamya, Mısır, Hind, Çin, Yunan, Helenistik, İslam ve Modern Batı. Bu dönemlerden hiçbiri bir öncekinin birikimini görmezden gelerek anlaşılamaz. Etkilenme güçleri arasında derece farklılıkları olmakla birlikte hiçbir medeniyet diğerlerinden bağımsız vücuda geldiğini iddia edemez; aklı havada ya da önyargılı değilse. Burada önyargılı olanların -istisnaları olmakla birlikte- batılı tarihçileri, aklı havada olanlarınsa -yine istisnaları olmakla birlikte- Müslüman tarihçileri imlediğini belirtmem gerekir. Emperyalizmin ve buna bağlı olarak gelişen oryantalizmin etkisiyle pek çok Müslüman düşünce tarihçisi de bahsettiğim atlamaları/boşlukları (İhsan Fazlıoğlu’nun deyişiyle ‘Kayıp Halka’) kabul etmiş gibi görünmektedir.
Oryantalist söylem kısaca şunu ifade etmektedir: İslâm medeniyeti 11. Yüzyıla kadar gelişmiş, sonrasındaysa düşünce anlamında Gazzali, yönetim anlamında Türklerin etkisiyle birlikte donmuş, giderek zayıflamış ve çökmüştür. Bu söyleme sahipleri kadar, belki onlardan da fazla inanmış görünen iki kesim var; biri Arap milliyetçileri, diğeri aklı bir karış havada olan Türkler. İslam düşünce tarihi 11. Yüzyıldan itibaren aynı zamanda Türk düşünce tarihi olarak da okunabilir. Bu dönemde ortaya konan bütün bilimsel üretim, hanedanlar değişmekle birlikte Türklerin yönettiği imparatorluklar içinde oluşmuştur. Anlaşılan o ki mevcut bakış yalnızca düşünceyle ilgili değil, siyasi bir arka plana da sahiptir.
Meselenin tam burasında bugünün Türk-Müslüman düşünürleri için bir tuzak belirmektedir: Köşeye sıkışmış bir kedinin öfkesini andıran bir çeşit savunma refleksiyle anlamsız tepkiler üretmek. Düşünmek için durmak, sükûn bulmak lazımdır. İslam medeniyeti müdafaası adı altında indirgemeci, dışlayıcı bakış açılarından uzak durmak gerekiyor. Tarih araştırması yapanların bir medeniyete mensup olmaları onların objektifliklerini zedelemez, yeter ki kendi medeniyetini istisna kılacak şaşılıkla malul olmasın zihinleri. İşte İslam Düşünce Atlası’nı benim için değerli yapan şey bu tuzağa düşmeyişidir.
Kültürün, dilin, düşüncenin tabakalı bir yapı arz ettiğini göz önünde bulundurarak, bugüne deyin cari olan bakışların aşağıya yansıması nasıl olmuştur? Lise örneği üzerinden anlamaya çalışalım. Ortalama bir lise öğrencisi için ‘İslam Düşünce Tarihi’ ne ifade eder? Kanaatimce vereceğimiz cevap bu öğrencinin Alman, İngiliz ya da Türk olması durumunda pek bir değişiklik göstermeyeceğidir. Öğrencilerimiz İbn Sina, Farabî, İbn Arabî, Harezmî gibi isimleri hastane ya da okul ismi olarak bilmektedir. Biraz fazlasını bilenler içinse bu isimler ancak Newton, Descartes, Kant gibi isimlerle birlikte anıldığında, yani Batı düşüncesine etkileri itibarıyla anlamlıdırlar. Hiç şüphesiz bu durumdan gençlerimiz mesul değildir. Aldıkları eğitim kendi tarihlerine sahih bir bakışı zorlaştırmaktadır. Bir lise hocası olarak beni heyecanlandıran, daha önce pek çok düşünürümüzün parça parça dile getirdiği bu sahih bakışın bir proje dâhilince büyük bir ekip tarafından dillendirilmesi ve sonuçlarının gençlerimize ulaşacak olması ihtimalidir. Düşünce tarihi araştırmaları, üniversite hocaları arasındaki bir entelektüel mesai olmanın yanı sıra kültürümüzün kılcal damarlarına kadar işleyecek, genç-yaşlı herkesin, kendi hikâyesini, kendisi olarak idrak etmesini mümkün kılacak yaygınlığa erişmelidir.
Şimdi, genel hatlarıyla Atlas’ın bize ne teklif ettiğine bakalım. ‘Atlas’ kavramı, projenin farklılığını ilk anda hissettiriyor ve bu haliyle onu ciltlere sığdırılmış teorik bir faaliyet olmanın bir adım ötesine taşıyor. Grafiklerle desteklenmiş bir tarih cetveli, ayrıntılı bir kronoloji, kültürün/düşüncenin neşvünema bulduğu havzaların, şehirlerin haritalarıyla birlikte İslam düşüncesinin boş bir uzayda değil, yaşanılan bir coğrafyada teşekkül ettiği vurgulanıyor. Buna, düşünürlerin seyahat rotaları, etkilendikleri ve etkiledikleri kişiler/havzalar, biyografik videolar, kitaplar ağı gibi pek çok unsurla desteklenmiş internet sitesini de ilave edince ortaya bütünlüklü bir tarih anlatısı çıkıyor.
İslam Düşünce Atlası düşünce tarihimizi anlamayı kolaylaştıracak yeni bir dönemlendirme teklifi sunuyor. Buna göre:
1) Klasik Dönem (I/VII. – V/XI. yüzyıllar),
2) Yenilenme Dönemi (VI/XII. – X/XVI. yüzyıllar),
3) Muhasebe Dönemi ( XI/XVII. – XII/XVIII. yüzyıllar),
4) Arayışlar Dönemi (XIII/XIX. – XIV/XX. yüzyıllar).
İslam düşünce tarihinin bu şekilde bir dönemlendirilmeye tâbi tutulması yeni bir ‘bakış’tır ve kuşkusuz öncekiler gibi bu da mutlak değildir. Her yönden tenkide açık olduğu izahtan varestedir. Kanaatimce bu yeni bakış oldukça makul görünmektedir. Çalışmanın bütünü incelendiğinde bu dönemlendirmenin alan yazıları ve diğer makalelerle desteklendiği ve açığa kavuşturulduğu görülüyor. Üstelik bu dönemler de kendi içinde sınıflandırılarak bir sonraki döneme geçişin keskinliği yumuşatılmış, düşüncedeki dönüşümü anlamaya yardımcı olacak şekilde dizayn edilmiştir. Belki olumsuz bir eleştiri olarak ‘klasik’ kavramının anlamını daraltacak biçimde kullanıldığı söylenebilir. ‘Klasik’ kavramının, düşüncenin ulaştığı en yüksek noktayı, dilin de en rafine hâlini işaret ettiği düşünülürse İslam medeniyetinde düşüncenin ve dilin kemal noktasını teşkil ettiğini düşündüğüm devrenin (Yenilenme Dönemi) klasik sonrası gibi görünmesi bir eksiklik olarak değerlendirilebilir. Fakat ‘yenilenme’ ifadesinin güçlü çağrışımı bu eksikliği kapatmaya yönelik yerinde bir kullanım olmuş.
Sevincim odur ki Türk gençlerini övgü-sövgü, kabul-red dilemmalarından kurtaracak biçimde objektif bilgiyle donatılmış bir tarih anlatısı ortaya konulmuştur. Yalnızca bunun için bile bu ekip takdir edilmelidir. Tarih, geçmişi anlama çabası olduğu kadar, belki ondan da fazla geleceğe yönelik bir adım için anlamlıdır. Kendi hikâyemizi yeniden -ve sahih biçimde- hatırlayışımız, geleceğe yönelen bakışımızı da müspet yönde etkileyecektir.