Hafta sonu Konya’mızda biri Ziya Gökalp, diğeri Sezai Karakoç anısına iki etkinliğe şahitlik ettik. Ali Utku’nun TYB Konya’daki Ziya Gökalp ile felsefe, sosyoloji irtibatı merkezli söyleşisi hem özgün fikirler ve teklifler içermesi, hem de bugüne kadar konu hakkında söylenmemiş bilgiler içermesi bakımından oldukça faydalıydı. Meraklısının Konya’mızın önde gelen edebiyat mahfillerinden Çizgi Kitabevi himayesi ve Ali Utku yönetimindeki felsefe çalışmaları ile Özne ve Sosyoloji Divanı dergilerinden el alma imkânına da sahip olduğunu hatırlatalım. Konya doğumlu Utku’nun 30 yıldır akademik çalışmalarını sürdürdüğü Erzurum’dan kalkıp gelmesi de takdire şayan bir tavır zannımca. Konuşma güzeldi, konuşmacılar güzeldi, ortam güzeldi de finalde hariçten söz alan, duygularını dile getirenlerin anlatacaklarını toparlayamaması, ne dediklerinin anlaşılamaması, özü ve şiveyi koruma namına da olsa kaba bir tonda konuşmaları pek çok etkinliğe gölge düşürüyor. Bir saatin sonundaki bu on dakikalık sözde samimiyet şovu bunca emek ve çabayı gölgeliyor. Dost acı söyler!..
İkinci etkinlik Depo No.4^te idi. 3. vefat yıldönümünde Sezai Karakoç; Burhan Sakallı’nın yönettiği ve Celâl Fedai ile Bozkırlı hemşerimiz Ömer Erdem’in katıldığı bir panelle anıldı.
Burhan Sakallı’nın “iman, duruş ve diriliş adamı” olarak nitelendirdiği Sezai Karakoç hakkında onunla dip dibe epey bir mesai harcayan, yakın zaman önce okurlarla buluşan ‘Günler Çözüldükçe’sinde dikkate alınası bilgiler, ilginç anekdotlar aktaran Ömer Erdem’in dillendirecekleri kendi adıma daha bir önem taşıyordu. Erdem’in bu büyük şair/mütefekkirin hangi cephelerini merkeze taşıyacağını, önemini ortaya koyacağını/tanıtacağını ve dahi ilham vereceğini heyecanla bekliyordum.
Panelde yerimizi aldık, konuşmalar başladı başlamasına da nereden ve nasıl geldiğini anlayamadığım kapı gıcırtısına benzer tırmalayıcı bir ses gittikçe çekilmez bir hal almaya başlayıcına istemeye istemeye mekânı terk etmek zorunda kaldım. Başta Hacer Yeğin, diğer görevliler farkında değiller mi, ya da kimse bu konuda bir şeyler söylemiyor mu bilmiyorum ama bu ses yok edilmeli ki pür dikkatle konuşulanlara odaklanılabilsin.
Dinlediğim sürede Ömer Erdem tasvip etmediğim ve yanlış bulduğum bir mesabeden ele aldı Karakoç’u: “Hayatı boyunca sıkıntı çekmiş, parasız ve yoksulmuş, vapura binecek parası dahi yokmuş, bilet alabilmek için birilerini beklermiş, sürekli borç para almak zorunda kalırmış ama büyük bir ciddiyetle ödermiş, kuşlar ekmek yiyemiyorsa benim de ekmek yemeye hakkım yok” falan dermiş Karakoç.
İster istemez Nuri Pakdil’le alâkalı etkinliklere gitti aklım; Pakdil’in darbeci bir zatın ayakkabısına tükürmesi, arkadaşlarıyla fakirlere ekmek dağıtmaları gibi kıssadan hisselerie örülü konuşmalara… Necip Evlice başta, başka başka konuşmacılara rahatsızlığımı dile getirmiştim ve külliyatını okumam salık verilmişti. Erdem’e soru soracak kadar kalamadığım için onun ne diyeceğini bilemiyorum.
Her kesimden hemen herkesin haklı iltifat ve beğenilerine mazhar olmuş kıymetlilerimizi fedakârlık, maddi sıkıntılar, tuhaf tepki ve aksiyonlar penceresinden anlatmak, tanıtmaya ve sevdirmeye çalışmak acaba nasıl bir hizmette bulunuyor? Bu ve benzeri anekdotlar, hep aynı şeylerin aynı veçhelerle ele alınması kavram ve kişilerin içini boşaltmıyor mu? Uzun metinlere ve konuşmalara tahammülü olmayan yeni nesli kazanmak namına kısa, özlü ve özgün, etkili içerik silahıyla kuşanmamız gerekmiyor mu artık? Önce kazan, dikkatlerini çek; nihayetinde uzun ve kutlu bir yolculuğa onlarla el ele yelken aç. Şükür ki adını andığımız ve anmadığımız pek çok nadide kalemimiz bu maharetlere sahip.
Her iki etkinlikte konuşulanlara internette yapacağınız küçük bir geziyle ulaşabilirsiniz.