Birkaç aydır ekonomide hissedilen yavaşlama 2018 son çeyrek rakamlarının açıklanması ile resmiyet kazanmış oldu. 2019 yılının ilk çeyreği için ise öncü göstergeler ne yazık ki olumlu değil. Üzülerek belirtmeliyim ki uzun bir sürenin ardından en azından 2 çeyrek küçülme yaşayacağımız kesinleşmiş gibi. Bir kaç hafta içerisinde birçok şehre yaptığımız iş seyahatlerinde genel anlamda kullanılan ifadelere göre piyasa kilitlenmiş ve yerel seçimi beklemekte.
Bilirsiniz Nasrettin Hoca kaybettiği eşeğini ararken neşeli halini soranlara demiş ya: “-Şu dağın ardına da bakayım, bulamazsam, siz o zaman seyreyleyin gümbürtüyü!”
Piyasanın ümidi yerel seçimler sonrasına kalmış durumda ancak öncü göstergelere bakacak olursak genel tablonun değişme ihtimali çok zayıf. Türk ekonomisinde birçok gösterge birkaç yıl öncesine göre daha olumsuz bir tablo yansıtıyor. Özel sektörün borç yapısının ödemeler disiplinini bozacağını, bu yüzden birçok kuruluşun sıkıntıya düşebileceğini görebilmemiz gerekliydi. Dünyada bol ve ucuz para döneminin biteceği 5 yıl önce ilan edilmiş olduğu halde dış kaynaklara alternatif aramalıydık. İlk şoku yediğimiz Ağustos ayında “Bunu da atlatırız yeter ki üretimin çarkları susmasın” temennisinde bulunmuştum ancak ardı ardına ilan edilen konkordatolar ve hızla yükselen faizler ülkemizin üretim gücüne büyük bir yara aldırdı.
Sorun sadece faizlerin ve kurların yükselmesi olsa 2001 krizi gibi bir süreçle atlatılabilirdi. Fakat ekonomik faaliyetlerde bir yavaşlama söz konusu. Üstelik yıllar sonra % 20’nin üzerinde seyreden enflasyon var. Daha önce rahatlıkla çevrilebilen borçlar çevrilemez oldu. Borcunu çevirmekte zorlanan işletmeler diğer çalıştıkları kurumlara olan yükümlülüklerinden kaçınır oldu. Bütün bu süreçte ticaretin en temel koşullarından biri olan güven mekanizması zedelendi. Geçen yıl tek sorunumuz Türkiye’nin cari açığı iken, şu anda tek iyi tarafımız azalan cari açığımız olmuş durumda. Küresel tarafa bakınca da işler istediğimiz gibi gitmiyor. Avrupa, durgun ekonomisine çözüm ararken Amerika’da tekrar parasal genişleme dillendiriliyor. Çin ise koskocaman bir kapalı kutu olmaya devam ediyor.
Benim şaşkınlıkla izlediğim ise ekonomi bir tarafa ticaret ahlakında geldiğimiz nokta. Öyle şeylere şahitlik ediyoruz ki bizim insanımıza ne oldu diyorum. Artık alacaklının borçluyu utanıp sıkılarak aradığı günlerdeyiz. Sözün senet olduğu bir toplumdan çeke, bonoya güvenmez hale gelmişiz. Dedikodu mekanizması ile birçok işletmeye zarar verirken, itibarın ticarette en önemli sermaye olduğunu unutmuşuz. D’Ohsson (1740-1807) isimli İsveç elçisi, Osmanlı Medeniyeti adlı eserinde şunları belirtiyor: “Osmanlılar doğruluk, ahlak ve namus prensiplerine son derece bağlıdırlar. Aralarındaki bütün sosyal münasebet ve düzen iyi niyet ve şefkate dayanır. Aralarında yazılı antlaşma yapmazlar. İyi niyet ve söz her şeyi halletmektedir. Bu tutumları yalnız dindaşlarına değildir. Hangi dine mensup olursanız olun aynı muameleyi görürsünüz. Gayrimeşru olan her kazancı ahlaksızlık ve dine aykırı görürler. Bu yoldan elde edilen servetin insanı bedbaht edeceğine samimiyetle inanırlar.”
Başımızı ellerimizin arasına alıp düşünelim. Bir İsveçli diplomatın bizi nasıl anlattığını hayal edelim, bir de bu gün geldiğimiz durumu. Ekonomimiz 2 ya da 3 çeyrek küçülebilir ama ülkemiz bu sıkıntılı süreçten de er ya da geç çıkıp yoluna devam edecektir. Bence üzerinde durulması gereken sorunumuz şu: Bizim kolay ve çabuk kazanma hırsı ile kazanmadan tüketme merakımızın yarattığı bu ahlaki krizden nasıl çıkacağız?