Perşembe sabahı Beyşehir’de yapılacak ve 3 gün sürecek olan Eşrefoğulları Beyliği ile ilgili uluslararası sempozyumu takip etmek üzere Beyşehir’e gitmek için heyecanla uyandım. Çok geçmeden Konya otogarına hareket ettim ve her 15 dakikada bir Beyşehir’e giden araçlardan birinde yerimi aldım. Bir süredir Beyşehir’e olan ilgi artış gösterdiği için seyahat şirketleri her 15 dakikada bir Beyşehir’e minibüs kaldırıyor. Yaklaşık 10 dakikalık bir yolculuktan sonra Akyokuş’a ulaşmış ve Beyşehir yoluna koyulmuştuk.
Konya-Beyşehir yolu uzun süredir çift şeritli ve iki ayrı ana yol halinde düzenlendiği için 40 dakikada Beyşehir’e ulaşmak mümkün oldu. Yol üzerinde fi tarihinde yapılmış olan engebeli-virajlı, tümsekli-çukurlu eski yoldan zerre eser kalmamıştı. Eğer daha fazla vakit olsaydı, yol üzerindeki Unesco Dünya Kültür Mirası listesine girmiş ve restorasyonları parmak ısırtan Selçuklu Hanları’nda ikram edilen çorbaları ve şerbetleri tadabilecektim. Konya-Beyşehir yolunun iki tarafında ormanlık araziler, yeşillikler her 10 km’ye bir piknik alanı olarak düzenlenmiş yerleri gördükçe vaktimin az olmasına oldukça üzüldüm. Bu düşünceler içinde Beyşehir otogarından İçerişehir’e servis yapan faytonlardan birine çoktan atlamıştım. O ne güzel yolculuktu: Bir taraftan gelinler gibi süslenmiş atların çektiği faytonun eşliğinde, baştanbaşa restore edilmiş Eşrefoğlu Mahallesi’ne ulaşmak için sabırsızlanıyor, bir taraftan da gölün ve dört bir tarafa ekilmiş güllerin kokusunu çeke çeke Beyşehir’deki eşsiz havayı teneffüs ediyordum. Nihayet tarihî Eşrefoğlu Mahallesi’ne giriş yapılan kale kapısı uzaktan göründü. Belki de bu kapı inşa edildiği dönem dışında hiç bu kadar ihtişamlı olmamıştı. Kapının etrafındaki surlar bütünüyle ayağa kaldırılmıştı ve artık faytonlar dışında hiçbir vasıtanın tarihi mahalleye girişine izin verilmiyordu. O nasıl bir duyguydu ki, o büyük ve ihtişamlı kale kapısından gelinler gibi süslü iki atın çektiği nostaljik bir faytonla Beyşehir’e beyler gibi giriş yapıyordum.
Kale kapısında bizi oldukça nazik ve yöresel kıyafetler içinde görevliler karşıladı. Tarihi mahalledeki gezimiz sırasında rehbere ihtiyacımız olup olmadığı soruldu. Ellerimize verilen ve dört ayrı dilde hazırlanmış tanıtım rehberleri ve turizm haritalarına rağmen ben Beyşehir’de Turizm Fakültesi’nde eğitim görmüş, Eşrefoğulları ile Beyşehir’i avucunun içi gibi bilen kokartlı rehberlerden bir tanesinin bize eşlik etmesini istedim. Bunun üzerine 3 dil bildiğini yolculuğumuz sırasında öğrendiğimiz bir rehber bize dâhil oldu. Daha kale kapısından yukarıya Bedesten’e doğru hareket etmiştik ki, Bedesten’in etrafında sıra sıra küçük dükkânlarda bir hareketlilik fark ettik. Aman Allah’ım Bedesteni çevreleyen her dükkânda geleneksel Türk Zanaatları vücut bulmuştu. Bir tarafta bakır kalaylayanlar, bir tarafta kalbur holos yapanlar, bir tarafta hasır-kilim dokuyanlar, bir tarafta testi, çanak çömlek yapanlar, yani Beyşehir’in eski meşhur zanaatları her dükkânda boy göstermişti. Daha Bedesten’in içine girmeden dahi bu manzara karşısında çoktan büyülenmiştik. Büyünün etkisi geçmeden Bedesten’in önünde faytonu durdurmuş ve rehberin bizi götürdüğü gizli dehlizleri incelemeye ve onların hikâyesini dinlemeye koyulmuştuk. Bu gizli dehlizler Eşrefoğlu Cami’nin içinden sur dışına doğru iki ana güzergâh halinde uzanıyordu. Bunlardan birisi son zamanlarda tamir edilmek ve temizlenmek suretiyle ziyarete açılmıştı. Yaklaşık 3 metre boyundaki bu yer altı geçitlerinin 200 metrelik kısmı elektrikle aydınlatılmış ve yer yer hava boşlukları açılmak suretiyle ziyarete uygun hale getirilmişti. Biz dehlizde ilerlerken rehber bize, 14. yüzyıl başlarındaki Moğol baskını sırasında yaşanan ilginç hikâyeleri çoktan anlatmıştı. Ama anlatılan hikâyelerin en ilginci ise Eşrefoğlu Mehmet Bey’in Mis adlı kadınla olan efsanevi aşk hikâyesi idi. Ben dehlizin Beyşehir Gölü kıyısına çıkış yaptığı noktada hikâyenin sonunu dinlemiş ve Mis adlı prensesin kaçırıldığı adayı uzaktan görebilmek umuduyla derin derin mavi göle bakakalmıştım. DEVAM EDECEK…