21 Mart 1999…
Bir Pazar sabahıydı.
Hani bizim bereket bulutları vardı ya, hiç biri bereket dağıtmıyordu o sabah. İnadına kasvet saçıyorlardı. Mevsim sözde ilkbahardı. Bulutlar kararan çehreleriyle olanı biteni seyrediyorlardı sessizce. Ve yağmur yağıp da aydınlatmıyordu etrafı. Güneş açmıyordu.
Hangi sitemin habercisiydi bu kara bulutlar?
Bayrama bir hafta kalmıştı. Çocukluğumuzun hiç bitmesin dediğimiz bayramlarına…
Bir adam vardı. En öz tanımıyla mert bir adam. Mahallenin Abisi. Heybetli, gururlu, babacan, korkusuz bir adam… Henüz 45’li yaşlardaydı. Ne kadar bağlıydı hayata orası bilinmez ama farklı bir adamdı işte. Bir gece evvel sapasağlam uzanmıştı yatağına.
Bu pazar sabahı bir tuhaftı işte, diğerleri gibi değildi. İçim bir hoş, sol kolum ağrıyor diyordu. İnadına kolundan şikâyet ediyordu. Aslında sabah uyandığında iyi görünüyordu. Fakat kahvaltıdan sonra sol yanım demeye başlamıştı.
Ömründe, hastane yolundan dahi hiç geçmemişti belki de. O kadar dinç, o kadar genç bir adamdı.
O sabah yüzü hiç kimseye gülmemişti. Bir şeyler vardı zihninde bu hissediliyordu. Neydi o bir şeyler? Neydi o dudaklarını mosmor eden sıkıntı? Neydi sol kolunu ağrıtan? Neydi yeislerinin sebebi! İçine düştüğü bu boşluğun nedeni neydi?
Anlamamıştı ve hiç anlayamayacaktı... Tek ona has bir durum değildi ki bu, onun gibi nicesi anlayamadan gitmemiş miydi?
Bir hastane lâfı dolaştı ağızlarda, istemedi. Gitmedi hastaneye, bir şeyler bekler gibiydi. Bir tek eşi vardı şimdi yanında.
5 oğlu olmuştu. Çok istemişti bir kız çocuğunu kucağına almayı. Allah nasip etmemişti işte. En azından en büyük oğlunun mürüvvetini görmeyi beklerdi. Olmadı…
Ne bir düğün görebilmişti ne de bir torun alabilmişti kucağına…
Kaderdi ya bunun adı. Susmaktı ya sebepsiz. İsyan etmeden kalmaktı ya günahsız!
Ah o Pazar… Canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Ne geldiyse önüne bir kereden fazlasını içi kaldırmadı.
Sabahın hüznü meyvesini vermişti birkaç saat sonra. O dev cüsseli adam sağ yanına doğru yıkılmıştı ansızın. Eşi, çocukları abisi koşmuştu başına; bağırıyorlar, hırpalıyorlar, uyansın diye çırpınıyorlardı…
Fakat ses veremiyordu o koca adam. Sanki o da uğraşıyordu bir şeyler diyebilmek için. Çenesini dilini döndürmeye çalışıyordu. Anlamsız bakışları izin vermiyordu buna. O hain film şeridi, şimdi kapatıyordu ferli gözlerini. Kim bilir belki de Azrail’e bakıyordu çaresizce. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Gözleri açıktı, nereye baktığı belli değildi. Bir battaniye ile zor da olsa kaldırıp hastaneye yetiştirdiler. Doktor var gücüyle bastırıyordu göğsüne. Ve o filmlerde hep kesik kesik “dit-dit” eden alet, hiç ara vermiyordu inadına bu sefer. Doktor yarım saat önce vefat etmiş demişti. Ölüm nedeni ise “gizli kalp” olarak belirtilmişti…
Biliyor musunuz bayram zehir olmuştu o aileye. Kapkara bir bayram olmuştu. Gencecik yaşta hayata, sevdiklerine veda eden adamın ardında gözyaşları, hıçkırıklar, feryatlar sel oldu… Ama geri gelmedi o adam. Hiç ardına bakmadı, gözleri açık açık çekti gitti işte…
(…)
Mekânın cennet olsun Babam… Baba demeyi de özlermiş insan, kıymetini bilin. Sensiz geçen 15 yıl çok ağırdı!
Her ölüm acıdır elbet ama insanın çocuk yaşta babasını kaybetmesi daha çok acıtıyor işte. İçimizde kalmasın, Cahit Sıtkı’yla bitirelim.
…
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.