Travmalar geçirmiş toplumları analiz etmek pek kolay olmuyor. Ülkem insanı yılların sarsıntılardan çok yorgun düştü. Bazen iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, helal-haram; ayırt edemiyor. Zira beyni yorgun, bedeni yoğun, güzel duygularını yitirdiği için gönlü de yorgun. Arzuları, hevesleri var ancak ulaşmada zorlanıyor; konuşarak anlaşmayı unutmuş; inancını yaşamada, değerlerini yaşatmada konulan kotalar yorgun düşürdü. Yorgun toplumlardan da ancak bu kadar sağlıklı davranışlar beklenir.
İnsanı insan yapan değerlerden uzaklaştırmak zor olmuyor ancak geri kazanmak pek de kolay değil. Balansını kaybetmiş arabayı sürücüsünün doğru zamanda ve kazasız hedefe ulaştırması beklenemez. Sezai Karakoç “zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun” diyerek toplumumuzu nasıl da özetliyor.
İnsanı yoran değişik olaylar ve uygulamalar var. Bazıları istediği gibi kullanmak için gerekirse insanı korkutmaktan zevk alıyor. Doğrunun değil ama gerçeğin iki yüzü; iyilik ve kötülük. Travmadan nasıl iyilik çıkar ama “kötü insan korkutarak, iyi insan severek saygınlık kazanırmış”. İnsanımıza güzel bir öğüt; “eğer su konuşsaydı; kimilerine ellerinin yerine kalbini yıka dermiş”.
İyi ve kötüye örnek bizzat yaşadığım iki olayı okuyucularımla paylaşarak istiyorum.
Ramazan ilk günleri. Akşam yakın, ana caddeye paralel bir arka sokakta yer alan yuvama yürüyorum. 150 metre uzunluğunda bu sokağın bir tarafı ana caddeye diğer tarafı da 90 derece kırılarak başka yöne uzanıyor. Ben bu 150 metrelik sokağa açılan 3 yan sokağa geçmek üzere iken ana caddeden hızla dönen bir otomobilin egzoz ve motor sesini duydum. Sürücü gaza basarak benim yanıma kadar belki de 100 km hıza ulaştı. Lüks otomobil içinde ki sürücüye elimle yavaş işareti yaptım.
Araba yolun bitimi olan 50 metre mesafeden sağ sokağa doğru ani bir fren yaparak yine hızla bir dönüş yaptı. Kendimce kafa sallayarak, bir sürü soruyla sürücüyü yargılamaya başladım. Ya yan sokaktan aniden biri çocuk, aile, bisikletli veya araba çıksa ve çarpsa ne olur diye şimşekler çaktı.
Bu düşüncelerle 8-10 adım attım atmadım arkamdan gelen bir araba aniden durdu ve açık camından 25-30’lu yaşlarda ki sürücü kafayı uzatarak “ne var amca, bir şey mi demek istedin?”. Şaşırdım ve doğrusu da korktum. Cevaben, az evvel taşıdığım duygularımı kısaca özetlemek isterken “çocuk hasta, yetişmem gerekiyor, oruçluyum da” demez mi? Özrü kabahatinden büyük bu gence çok şey söylenebilirdi, ancak kolunu tutarak, geçmiş olsun, gözlerinden öperim, diyebildim. Hasta çocuğuna yetişmek için başkalarının kanına girmeyi dahi göze almış iken, bana laf yetiştirmek için dönüyor.
Birkaç gün sonra, pazarda alışverişimi bitirmiş, ellerim dolu halde, 300 metre mesafede ki yuvama dönüyorum. Yürümeyi sevdiğim için ve hem de tasarruf olsun diye pazara neredeyse arabayla hiç gitmem. Yolun karşısına geçmek üzereyken arkamdan yavaş gelen ancak oldukça gürültülü çalışan eski bir otomobil belirdi. Ne olur, ne olmaz diyerek otomobilin geçmesini bekledim. Araba hızlanmadı ve yanıma gelince de 80’li yaşlara yakın, orta halli ve sakin görünüşlü bir adam. Aracın camından başını uzatarak, sanki benin 40 yıllık dostummuş gibi, “hadi atla da evine kadar götüreyim”.
Şaşırdım, beni tanıyor musun diyemeden “teşekkür ederim, evim yakında, yürümeyi de severim” cevabıma karşılık “olsun yine de bin” diyerek ısrar etti. Sevincimi paylaşmak için bindim. Rabbim sizin gibileri çoğaltsın” diyerek tekrar teşekkür ettim. Samimi bu adam halime acımış, “yolda kalanları toplarım” diye de espri yaptı. İnsanı sevindiren ve utandıran iki insan örneği, neresinden alırsanız.
Her ikisini de yönetmek kolay değilse de, bu tavırlara muhatab olanların üslubu ve usulünce karşılık vererek iyiliğin bulaşıcı olduğunu da anlatmalıyız.