Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Ne gelişen olaylar göründüğü gibidir ne de insanlar sizin gördüğünüz, iyiliğine ve kötülüğüne hüküm verdiğiniz gibidir. Her görünenin, gördüğünüzün aşikâr yanı kadar, göremediğiniz, gizlenmiş farklı yanları da vardır. Bu görünmeyen yanların belki de bir sebebi vardır. Bu sebepler ne olursa olsun, hiç kimse hüküm verme, hele hele Allah adına hüküm verme hakkına sahip değildir.
Oysa insanlar ne kolay durum tespiti yapıyor ne çok şeyi biliyor ne kolay hüküm veriyor ve ne kadar çabuk yargılıyorlar. İnsanlar sanki bu yargılamalarıyla egolarını tatmin ediyorlar. Dürüstlükten bahsederler, sahtekarlığın dibine vururlar. Ticaret yaparlar, ticaretlerine hile karıştırırlar. Sattığı şeyi vermekten imtina ederler, malın tesliminde farklı gönderimde bulunurlar. Bu da güven duygusunun ölümüdür.
Maalesef dünyevileşen insanlar, bir başka insanın ibadetlerini kendilerine kıstas edinmekteler. Değerlemelerini, aldıkları abdestle, kıldıkları namazla, tuttukları oruçla, bilmem kaç kere gittikleri Haclarıyla ve ibadetleriyle değer kazandırılmaya çalışıyorlar. Bunların hepsinin övünülecek meziyetler olduğunu zanneden insanlar yanılmaktalar. Bunlar, insanların Allah’a karşı sorumluluklarındaki asli görevleri olduğu için övünülecek bir yanı yoktur.
Ne demişti Hazret-i Ömer; (ra)
“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız;
– Konuştuğunda doğru söylüyor mu?
– Kendisine bir şey emanet edildiği zaman emanete riayet ediyor mu?
– Dünya ile meşgul olurken helâl-haram gözetiyor mu, ona bakınız.”
Maalesef insanlar bir yargıda bulunurken, sadece İslam’ın özü olan yaptığı ibadetlerine bakıyorlar ve herkes İslam’ın yalnızca ibadet kurallarına takılı kalıyorlar. Oysa bu emirler kişilerin kendini bağlarken, ictimai hayat için yeterli değil ve kişiler hakkında hüküm vermekte de ölçü değildir. Maalesef insanlar, İslam’ın en önemli kısmı olan insan ilişkilerini düzenleyen, fıkhın ibadetler dışında kalan kısmını, kişinin fertlerle ve toplumla ilişkilerini görmezden gelmekteler.
İnsanların, İslâm’ı özüyle yaşamak mecburiyetleri kadar, beşerî ilişkilerde diğer insanlarla ilişkilerini de Allah’ın emirlerine uygun tarzda düzenlemek zorundalar.
Demek oluyor ki, bireyin Allah’a karşı sorumlulukları sadece kendini sorumlu kılar ama Cenâb-ı Hakk, beşerî ilişkiler ile ilgili hükümlerin tatbik edilmesi için hem dünyevi hem de uhrevi kurallar koymuş ve bunları beyan ederek insanları birebir sorumlu kılmıştır.
İşte mesele bunlarla başlıyor ama biz, insanlara uhrevi sorumluluklarıyla değer veriyoruz. Oysa ne alıyor, ne satıyor, neyin sözünü veriyor, neyi nasıl konuşuyor, söylediklerinin ne kadarını yerine getiriyor, dün dediğiyle bugün dediği arasında ne fark var, ticaretinde ne kadar dürüst, sözüne ne kadar sadık kalıyor? Yani, Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirirken, beşerî ilişkilerinde ne kadar sorumluluklarına sadık kalıyor. İşte bütün mesele burada.
Bir insan düşünün, beş vakit namazını kılıyor, oruç tutuyor Haccına gidiyor ama dedikodudan uzaklaşamıyor. Domuz eti ikram edilse “zinhar haram, dinden çıkarım” diyor ama İslam’ın en büyük günahlardan biri olarak gördüğü ve Peygamber Efendimizin “ölü kardeşinin etini yemek” diye tabir ettiği gıybetten kaçamıyor. Şimdi siz gelin bu insanı kıldığı namazla, gittiği Hacla değerlendirin. Namaz kılmasa, oruç tutmasa, gücü yettiği halde Hacca gitmese bu Allah ile kendisini ilgilendirir, affı ve cezası Allah’a aittir. Allah’tan başka kimse yargılayamaz ve hüküm veremez. Oysa beşerî ilişkilerdeki kul hakkına Allah karışmamakta, kulun kulla helalleşmesiyle sonuca ulaşmaktadır.
İşte insanlara bakıp değer verirken, Allah ile kendi arasında olan uhrevi davranışlarına değil, beşerî ilişkilerindeki söylediği sözlerde ve alışverişinde ki tutumuna göre değerlendirin.