Daha önce bu köşede belli etmişimdir belki.
Tasvir ve betimlemeyi hikâyeleştirme hususunda pek iyi sayılmam.
Bundan mütevellit üzerine eğilip postürü bozmaya hiç lüzum yok diye düşünürüm.
Ama cana kuvvet deyip bir şeyler karalamaya çalışacağım.
Buyurunuz:
‘Yaşamak bir yolculuktan öteye değil. Nereden geldiğimizi, nereye gideceğimizi, ne kadar nefes alacağımızı bilemediğimiz bir yolculuk. Bütün mesele öz varlığımızdan, ruhumuzdan uzaklaşmadan menzile erişmek. Ve sormaya devam etmek. Neydik? Ne olduk? Ruhumuz nereye ait? Hamlığımız pişmenin neresinde?...
İstanbul’dan Bursa’ya yol alırken tabiatın bütün güzellikleri adeta gözlerimize hücum ediyor. Mesafeler kısalsa ve yol değişse de toprak aynı. İnsanın hamuru geniş topraklar, yeşilin tonlarını sergileyen irili ufaklı ağaçlar, usulca akıp giden dereler ve bütün heybetiyle dimdik duran dağlar… Hepsi yerli yerinde, görevlerinin başında.
Tabiat her dem taze, her an uyanık ve ilahi devridaiminden ödün vermiyor. Arılar bal yapmaya, kuşlar ötmeye, balıklar yüzmeye, aslanlar kükremeye, kurtlar ulumaya, tilkiler oyun kurmaya devam ediyor. Her canlı ve cansız, genetik kodlarını yaşamaya ve kendisi olmaya devam ediyor.
İNSANLIK KALESİNİN TAŞLARI
Yolda düşündüm. Kâinatta her şey kendi olma derdinde. Peki, âlemin efendisi insan, kendisi olmanın neresinde acaba? İnsanların robotlara, robotların insana dönüştürülmeye çalışıldığı, dijital bağımlılığın tabiata bağımlılığı unutturduğu bir zamanda biz hangi taraftayız? Usulca akıp giden derenin suyuna dokunmanın, dallarından koparak rüzgarla dans eden yaprakları görmenin, dondurucu soğuğa rağmen baş veren kar çiçeğini hissetmenin neresindeyiz?
Hayat yolundaki hızımız artıkça tabiattan ve insan olmaktan da uzaklaşıyoruz aslında. Dünyadaki maddi varlık alanına daldıkça insani derinlikten ödün veriyoruz. Ve maalesef insanlık kalemizin taşları birer birer düşüyor. Benimiz, bedenimiz şişerken duygularımız ve ruhumuz daralıyor. Çocuk yaşlara kadar inen şiddet, vahşice işlenen cinayetler, terör olayları, savaşlar, açıktan yürütülen soykırımlar… Bunlar, yeryüzünde eksilen insanlığın açık delilleri değil midir?
Yemyeşil Bursa’ya yaklaşırken şehrin mimari dokusu konuşmaya başlıyor bizimle ve ruhumuzu aydınlatıyor. İnsanlık binamızın bodrum katlarındaki dürtüler, yıkıcı eğilimler, suçlu düşünceler, üst katlardaki anlam arayışının ruh dinginliğine dönüşüyor. Ötelere ses veren minarelerin nidaları yanında sayısı azalmış toprak damlı evlerin de söyleyecekleri var. Gökleri delen binaların arasında kim bilir kaç asırdır ayakta duran türbeler göz kırpıyor. Ve ay ile yıldızı bir araya getiren o kocaman bayrağın nazlı dalgalanışını görmemek mümkün mü? Devlet olmanın bu yüce alameti karşısında gözlerin dolmaması mümkün mü?
Memleket sokaklarında kimseye hesap vermeden özgürce dolaşırken, şehrin taşıdığı kültürümüzü yaşarken bu hakkı elinden alınmış dünya insanlarını düşünüyoruz. Bayraklarının dalgalanmasına hasret, vatanlarından sürülmüş insanlar. Öz topraklarında akan suya, semalarında uçan kuşların sesine hasret insanlar. Kendileri olmaya izin verilmemiş toplumlar. Barbarca yıkılmış şehirlerini ve kendilerini yeniden inşa etmenin umuduyla çabalayan insanlar.
KENDİMİZ OLMA YOLUNDA
İnsanın elinden her şeyi alınabilir. Ama iki şeyin yokluğu çok yıkıcıdır. Biri ruhumuz diğeri devletimiz. Ruh; düşünce, duygu ve davranışımızla insani bütünlüğümüzü, devlet ise kültürü, geleneği ve inanç değerleri ile toplumun bütünlüğünü, millet olma bilincini temsil eder. Ruh insanı, devlet toplumu ayakta tutar. Ruh içerideki, devlet dışarıdaki özgürlüğümüzün teminatıdır. Ve sosyal bir varlık olan insan, ait olmak ister, ait oldukça güven içinde hisseder. Bir hocamızın söylediği gibi; “Ruhlar da kendine yurt arar.”
Günümüz medeni dünyasında maalesef insanı insan kılan ruh değerleri, toplumun yapı taşı olan aileler ve nihayet bağımsız yaşamayı sağlayan devletler işgal altında.
Şehri dolaşırken yerin altındaki ve üstündeki zenginliklerimize ilişkin farkındalığımızı sorguladım. Binlerce yıllık kültür birikiminin mirasçıları olarak bunu ne kadar taşıdığımızı ve temsil ettiğimizi düşündüm. Bedenimizin doğduğu, ruhumuzun geliştiği, kişiliğimizin olgunlaştığı, ekmeği ve suyuyla yetiştiğimiz güzel ülkemizin hazinelerini yeterince anlamamız, anlatmamız, bugün her zamankinden daha önemlidir.
Dünyada çok yönlü sorunların yaşandığı bu zamanda toplum olarak elbette etkileniyoruz. Yol almamız gereken konular var. Ancak şartlar ne olursa olsun onurundan ödün vermeyen ruh derinliğimize ve devlet geleneğimize daha fazla sahip çıkmamız gereken bir zamandayız.
Zira devletimiz her şeye rağmen kendi olma yolunda ilerliyor, gelişiyor. Bilimsel bakışın gerektirdiği eleştirel düşünceyi koruyalım. Hangi yönde olursa olsun koyu taraftarlığı her şeyin ölçüsü olmaktan çıkaralım. Tartışma kabul etmeyen ideolojik dürtülerimizle ruhumuzun sağduyusundan uzaklaşmayalım. Ve büyük bir mücadelenin eseri olan bu devleti ruh düzeyinde bir aidiyetle sevelim ve sahip çıkalım.’
Selâmetle…