İslam devletinin temel esaslarından biri olarak yeşeren “ümmet” anlayışına dayanan millet sistemi, fethettiği hiçbir ülkeyi sömürgeleştirmeyen Osmanlı Devleti tarafından yüzyıllarca mükemmel bir şekilde yürütülerek kitaplı dinlerin yaşamasını sağladı
Her biri ayrı ayrı çalışma konusu pek çok hususa yüzeysel bir şekilde değinmek, bir dergi yazısı için kaçınılmaz oluyor. Zira maksat bir konuda derinlemesine akademik bir çalışma olmaktan ziyade, alan dışında tarihle ilgilenen okuyuculara yeni pencereler açmak... Bu yazıda da Osmanlı Devleti’nin millet sistemi ve hoşgörü prensibine genel hatları ile değinmeye çalışacağız.
Kendisinden önceki Türk devletlerinden aldığı millet sistemini geliştiren Osmanlı Devleti, hakimiyet kurduğu ülkelerde yaşayan gayrimüslim topluluklara, kendi kendilerini idare edebilecek haklar verdi. İslam hukukunu benimsediği için böyle bir yolu tercih eden Osmanlı devletinin “istimalet” politikası, güçlü oluğu dönemde mükemmel bir şekilde işletildi. Kelime anlamı “gönül alma”, “cezbetme” “meylettirme” olan istimalet, İslam dininin hoşgörüsü ile Müslüman olmayan Osmanlı halkını gözetme ve onlara hoşgörülü davranma gibi önemli değerleri içeriyordu. İstimaletin başlıca unsurları fethedilen yerlerin halkına iyi davranma, dini konularda serbesiyet verme, onları koruma, himaye etme, can ve mal güvenliğini sağlama ve korumadır.
İslam dini, insanlara tebliğ etmek, sunmak ve davet prensibiyle insanların akıl, gönül ve vicdanlarının zorla fethedilemeyeceğini kabul eder. Müslümanlar da fethettikleri yerlerdeki insanları İslam dinini kabul etmeye üç defa davet ederler. Daveti kabul eden, Müslüman olur ve diğer Müslümanlarla aynı hak ve yükümlülüklere sahip olur. Etmeyenler ise zımmi statüsünü kabul ederlerse kendi dinlerinde kalırlar. Zımmiler ise Müslümanların zimmetindedir. Hatta bir hadiste Hz. Muhammed (s.a.v), “Bir zımmiyi öldüren kimsenin, kırk yıllık mesafeden duyulan cennet kokusunu alamayacağını” bildirmiştir. Zımmilerin yapacakları tek şey, devlete cizye ve haraç denilen vergiyi ödemektir. Devletin himayesini gören ve kamu hizmetlerinden yararlanan zımmiler, askerlikten muaf tutulurlar. Müslümanlar tarım ürünlerinden 1/10 oranında vergi öderlerken, zımmiler haraç denilen arazi vergisini öderler.
BALKANLAR’IN TUTKALI
İstimalet politikası sosyal, ekonomik, dini ve güvenlik gibi çeşitli yönleriyle Osmanlı hukukunun yeniden üretiminde de etkili olmuştur. Millet sistemi, dünyanın etnik, dil ve din yönünden en çeşitli mozaiği Balkanlar’ın da yüzyıllarca tutkalı oldu. Müslüman olmayan halkın haklarının korunması, dinlerini özgürce yaşayabilmeleri ve vergi gibi konularda onları kollayan bu sistem, Osmanlı Devleti tarafından özellikle Balkan topraklarında yüzyıllarca mükemmel bir şekilde işletildi, ne var ki devlet ekonomik olarak zayıfladıktan sonra azınlık unsurlar kendilerine devlet kurabilecek gücü büyük devletlerin de destekleriyle bularak ayaklandı, bazıları önce özerklik elde etti, ardından bağımsız hale geldiler.
Sömürgeci bir yaklaşımın hiçbir zaman benimsemeyen Osmanlı Devleti, fethettiği ülkeleri sömürerek orada yaşayan halkın dinini ve kültürünü yok etmektense, yaşatmaları için her türlü tedbiri aldı fakat İslamiyet’ten kaynaklanan bu istimalet politikası ne yazık ki zayıfladığı anda aleyhine kullanıldı. Bu güce ulaşmalarındaki unsurlardan misyoner okullarının faaliyetleri ise ayrı bir yazıda ele alınması gereken önemli bir konudur.
Osmanlı Devleti, İslam hukuku ile temellendirilen millet sistemi sayesinde yüzyıllarca farklı unsurları bir arada tutmayı başarmıştı. Bu sistemde gayrimüslimler de tıpkı Müslümanlar gibi bütün haklara sahiptirler. İstanbul fethedildiğinde Grandük Notaras, Bizanslılar’ın duygularını ifade ederken, “İstanbul’da Latin külahı görmektense Müslüman sarığı görmeyi yeğleriz” demişti.
KÜLTÜRLERİ VE DİNLERİ KORUNDU
Millet sisteminde milletleri din usulüne göre ayıran Osmanlı Devleti, Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar ve bunlara ait mezheplere göre bir yönetim tarzı benimsemiş, Ermeni kilisesine bağlı olanlar, Rum Ortodokslar ve Yahudilerin dini yaşamlarını tamamen serbest bırakmıştır (Katoliklerin durumu ayrıca tartışılabilir).
Her cemaate örf ve adetlerine göre bir düzen kurmaları için imkan verilmiş, cemaatler her türlü dahili işlerini düzenlemede serbest bırakılmışlardır. Kiliselerin politikayla uğraşmaları yasaktı. Devlet, cemaatlerin işlerine karışmazdı. Bu sistemle, farklı unsurların yapıları ve dinleri korunmuştur. Örnek olarak Osmanlı millet sistemi olmasaydı, Arnavutlar, Slav işgali ile asimile olup gideceklerdi.
İslam devletinin ümmet anlayışına dayanan sistemin Osmanlılarda millet sistemi şekline dönüştürülmesi sonucunda hem eşitlik sağlanmış, hem de kitaplı dinler asırlar boyunca yaşama imkanı bulmuşlardır.
Osmanlı Devleti’nde azınlıkları Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Bulgarlar, Sırplar, Ulahlar, Maruniler, Keldaniler (Nasturiler), Süryaniler, Arnavutlar ve Çingeneler oluşturuyordu. En büyük gayrimüslim azınlık Rumlardı. Ruhani liderleri Fener Patrikhanesi, imtiyazlı denilebilecek mazhariyete erişti. Rumlar, üst düzey yönetimde görev almışlar, özellikle Tanzimat’tan sonra önemli görevlerde bulunmuşlardı. Ermeniler dağınık halde yaşarken, Osmanlı topraklarındaki Ermenilerin hepsi Türkçe konuşur, kadınları Müslüman kadınlar gibi örtünürdü.
YAHUDİLER OSMANLI ÜLKESİNDE HUZUR BULDU
Yahudiler ise ülkenin her tarafına dağılmış durumdaydı. Yerli Yahudilerden başka Arap vilayetlerinde Arapça konuşan Yahudiler, İspanya’daki zulümden kaçanlar, Çarlık Rusyası’nın baskısından kaçanlar, Osmanlı Devleti’nin kanatlarının altında huzur bulmuştu. 1882-1900 yılları arasında 20 bin Rus Yahudisi Filistin’e gelmişti. Bu Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesini Herzl sağlamıştı.
Bulgarlar ise sarayın hizmetlerinde kullanılırdı. Bulgar ailelerin çocukları Galatasaray ve Robert Koleji gibi devrin en yüksek mekteplerinde okumuşlardı. Bulgarlardan Gabriel Paşa vezirliğe kadar yükselmişti.
Maruniler Lübnan ve Suriye’de oturan, Arapça konuşan Hıristiyan Araplardı. Süryanilerin çoğunluğu Hindistan’da olup son yıllarda Amerika’ya göç etmişti. Çingeneler de kendilerini Müslüman kabul etmekle beraber, aralarında Ortodoks dinine mensup olanlar da vardı. Bozuk şekilde Rumca-Türkçe karışımı bir dille konuşurlardı.
YEREL YÖNETİMDE DAHA FAZLA SÖZ SAHİBİ OLDULAR
Osmanlı ülkesinde azınlıkların durumu, uluslararası boyutta konu olabilecek bir “sorun” olmamıştır hiçbir zaman. Zira azınlıklar Osmanlı ülkesinde rahatça ticaretlerini yapabiliyor, bürokraside ve hatta yerel idarede Müslümanlardan daha fazla yer bulabiliyorlardı. Müslümanlar, bir karar organı olan belediye meclislerinde yeterince üye bulunduramazken, çoğunluk gayrimüslimlerden oluşuyordu. Bunun sebebi üyeliğe seçilme koşulları arasında, Osmanlı tebaasından olmanın yanı sıra yılda en az 100 kuruş vergi vermek, seçmen olmak içinse diğer koşulların yanı sıra belediye emlakı için yılda en az 50 kuruş vergi verme koşulunun bulunmasıydı. Basit bir örnekle, 1890 yılında 12 bin 606 Müslüman, 4 bin 830 Rum ve Ermeni olmak üzere 17 bin 436 kişinin yaşadığı Afyon’da belediye meclisi Müslüman bir başkan ve 14 gayrimüslim üyeden oluşuyordu. Bu örnek de gayrimüslimlerin Müslümanlardan daha varlıklı ve yerel yönetimde daha fazla söz sahibi olduğunu gösteriyor.
Tam bir kültür mozaiği halindeki Osmanlı ülkesinde bu kadar farklı unsuru bir arada tutan, şüphesiz İslamiyet’in hoşgörüsü ve Türk’ün merhametiydi. 1. Dünya Savaşı’nda sırtında taşıdığı Fransız askerin “Beni neden öldürmüyorsun” sorusuna Türk askeri, “Subaylarımız bize dinde merhamet vardır diye öğrettiler. Bizde bu merhamet olmasaydı, dünyayı alırdık” demiştir.
Sonuç olarak, İslamiyet’e dayalı olarak kurulan ve mükemmel uygulanan millet sistemi, gayrimüslimlere dini ve kültürel hayatlarını serbestçe yaşama ortamı sunarak, onların yönetim hayatına kolayca katılmasını sağlarken, Osmanlı Devleti’nin ekonomik olarak güçsüzleşmesi ve Batı emperyalizminin etkisi sonucunda bozuldu. Azınlıklar, Batılı devletlerin himayeci politikası nedeniyle ekonomik güce kavuştular ve siyasi bağımsızlık peşine düştüler. Devlet, Tanzimat’la birlikte milli temelinden sarsılırken, 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanlarıyla Osmanlı tebaası olan gayrimüslimlerin durumu, Müslümanlara nazaran çok daha iyi duruma geldi. Tanzimat fermanının getirdiği eşitlik dengesi, Islahat Fermanı ile gayrimüslimler lehine bozulmuş oldu.
Batılı devletlerden aldıkları ekonomik, Tanzimat döneminde kazandıkları siyasi güçle gayrimüslimler, nüfus bakımından çoğunlukta oldukları yerlerde milli bağımsızlıklarını kolayca elde ettiler. Dağınık halde yaşayan unsurlar ise bu konuda zorlandı. Buna en yakın örnek Ermenilerdir. Ermenilerin en yoğun olarak yaşadıkları İstanbul’da bile nüfusa oranları yüzde 10’u geçmiyordu. Buna rağmen 1856 Islahat Fermanı, Ermenilere bile Osmanlı egemenliği altında kendilerine yeten bir millet statüsü veriyordu. Bu da onlara millet olma şuurunu verdi ve Anadolu’daki nüfusları abartıldı. Doğu Anadolu’da ezici çoğunluk Türkler olmasına rağmen buradaki Ermeniler, İngiltere ve Rusya’nın çıkarlarına alet oldular ve sayılarının fazla olduğu algısı oluşturuldu. Ermeni meselesinin altında yatan ana sebep de, onları kendi çıkarları için istismar etmek isteyen büyük devletlerin tahrikleridir.