Okuma listemde bulunan iki kitap, tesadüfen -belki de değil- aynı yazarın imzasını taşıyordu. Ben konuya odaklanıp seçim yapmıştım ve yazarın kimliğini her nasılsa görmezden gelmişim. Kitaplardan birinin adı “Okumanın Tarihi”, diğeri de “Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir”. Yazarın adı: Alberto Manguel. 1948 doğumlu, Arjantinli. Yazar, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eşsiz eseri “Beş Şehir” kitap haline geldiğinde(1946) doğmamıştı henüz. “Büyük Tanpınar’ın gölgesi altında yazıldı” dediği kitabı, Tanpınar’ın belli aralıklarla yaşadığı beş şehirde (Ankara, İstanbul, Erzurum, Konya, Bursa), ondan yıllar sonra yaptığı seyahatlerin izlenimleri ile oluşmuş. Tanpınar’ın adının geçtiği her kitap doğal olarak ilgimi çeker. Bu sefer Tanpınar’ın yalnızca adı vardı. Ne onun izinde idi, ne de onun gölgesinde…
Manguel’i Türkiye’ye getiren ve Tanpınar’ın şehirlerinde dolaştıran şey nedir?diye soruyorum kendime. Gezme isteği mi? Yazar İstanbul’a geldiğinde, Pera Palas’taki ilk akşamında oğluyla birlikte günbatımını izlerken (yüz yıl önce dedesinin yaptığı gibi) ufukta bir yangın var sanır. Bu manzara bana Necip Fazıl’ın “Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar” mısraını hatırlattı. Manguel, İstanbul’u okumaya gelmişti. Fakat İstanbul’u okumak için onun dilini bilmek gerekir. Manguel’in bilmediği; ancak güçlü bir aidiyet duygusuyla öğrenilebilecek bu çok katmanlı dildi. Kitabın hemen başında yazar, görkemli Türk kültürü ve Türk dili hakkındaki bilgisizliği için özür diliyordu. Bu özrü kabul etmekle birlikte, yazara İstanbul ve Tanpınar hakkında veri aktaranların eksiklikleri için de bir özür beklemek hakkımız. Keşke ona Tanpınar’ın İstanbul’unu anlatsalardı.
Bütün bu çağrışımlar bana İstanbul’u, bu “rüya şehir” i bir kez daha yâd etme fırsatı sundu.
Geçtiğimiz yıl İstanbul’a bir seyahatim olmuştu. Görmekte geciktiğim pek çok yeri bu vesileyle gezmiştim (okumuştum demeliyim). İlk durağımız Eyüp’tü. Ülkemizdeki pek çok caminin imreneceği şekilde Eyüp Sultan Camisi, sabah namazında oldukça kalabalık bir cemaate sahip. Geceden yağmur yağmıştı. Biz Eyüp mezarlığına doğru yürürken toprak kokusuyla mest olmuştuk. Daha sonra Yahya Efendi türbesinde de hissettiğim benzer bir duygu sebebiyle hiç tereddütsüz diyebilirim ki bu şehrin sabah vakitlerinde efsunlu gibi güzellik saklıdır. Dirilerden çok ölüler için yapılmış bir seyahatti. Sonraki durağımız, benim için gezinin en heyecanlı durağı olan Aşiyan mezarlığı idi. Özellikle iki kişiyi, biri hoca diğeri talebesi olan iki İstanbul sevdalısı… İstanbul’un şiirini yazan Yahya Kemal ve İstanbul’un romanını yazan Ahmet Hamdi Tanpınar… Aşiyan yokuşunu tırmanırken manzara giderek harikulade bir hal almaya başladı ve buradan, boğazın karşı yakasına doğru bakıp yazılan onca mısra gözümün önünden geçti. Tevfik Fikret’in şimdi müze olarak kullanılan evindeyim. Girişte müze görevlisi ile lise öğrencilerinden oluşan bir grup hararetli bir tartışma içindeler. Öğrenciler “Sis” şiirinde Fikret’in İstanbul’a duyduğu öfkeyi anlamlandıramamışlardı ve görevli her nedense şairin duygularını tevil etmeye çalışıyor gibiydi. Edebiyat öğretmeni olduğumu duyunca beni de tartışmaya dâhil etmek istediler. Öğrencilere, her şairin kendine has bir iç dünyası olduğunu ve bu dünyadan yansıyanların her zaman bizim benimseyeceğimiz tarzda olmayabileceğini anlatmaya çalıştım. Orhan Veli, “İstanbul’u Dinliyorum” şiirinde bu şehrin iç sesini duyurur bize. Şehrin sakinlerinin sesini… Necip Fazıl, “Canım İstanbul” şiirinde kendi ruhunun döküldüğü bir kalıp olarak görür İstanbul’u. Yahya Kemal, pek çok şiirinde şehrin yalnızca bugününü değil, bütün bir tarihi macerasını yakalamak ister. Tevfik Fikret de karamsar bir ruh haliyle bakar şehre. Onun şiirini oluşturan bedbin bakış, sisli bir günde böyle görmüştü İstanbul’u.
Aşiyan mezarlığına girdiğimde gözlerim kendiliğinden iki ağaca, iki serin serviye takılmıştı. Üstadın mezar taşına yazılmasını vasiyet ettiği mısralarını tekrarlıyordum:
“Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.”
Yahya Kemal, ‘serin’ kelimesini epey aramıştı. Şimdi, tam da şiirdeki gibi iki serin servinin altında yatıyordu. Daha ilerde Orhan Veli, Edip Cansever, Özdemir Asaf, Attila İlhan gibi ediplerimizi de Fatihalarla andık. Nihayet, hakiki bir İstanbul aşığının yanı başındayım. Belki de hiç kimse Tanpınar kadar bu şehri sevmemiştir. Onun sevgisi yalnızca muhteşem mimarinin ve eşsiz boğaz manzarasının üstünde değil, köşe bucak ayırt etmeksizin çeşmeleri ve hatta her bir taşı üzerinde odaklanıyordu:
“ …İstanbul ya hiç sevilmez yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her haline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırarak… “
Manguel, böyle bir şehre gelmişti. Daima sevilen, daima arzulanan bir şehre… Yıllar önce Dostoyevski’nin “Bir Yazarın Notları” nı okurken İstanbul’un yalnızca bizim değil yabancıların da rüyalarını süslediğini görmüştüm. Büyük romancı, İstanbul’u Slavların başkenti olarak göreceği günleri düşlüyordu. Düş kurmak güzeldir tabii! Gerçekte ise II. Mehmet’in (Fatih) bize hediye ettiği günden beri İstanbul, hakiki bir Türk şehri olarak yaşamakta. Tanpınar, edebiyatı mili bir sanat olarak görürdü. Anladım ki, onun eserine nüfuz edebilmek için milli bir perspektiften bakmak lazımdır.
İstanbul’a her gelişimde, bana bir geliş değil de yeniden dönüş hissi veren duygu, biz Türklerin bu şehri tüm ruhumuzla sahiplendiğimizi gösterir. Başka bir ifadeyle, İstanbul’un bize ait olduğunu.