Geçen yazımızla ilgili çok fazla tepki aldım. Kimi olumlu kimi olumsuzdu. Saçma bulanlar da vardı, meseleyi gündeme getirdiğim için teşekkür edenler de…
Yazdıklarımız ile tüm kesimleri memnun etme durumumuz yok.
Bazılarımız sevecek, bazılarımız gereksiz bulacak.
En nihayetinde Konyamızı ilgilendiren konuları ortak bir paydada konuşabilmek önemli olan.
Toplum olarak okumayı sevmeyiz. Dolayısıyla başlığa bakıp yazı ile ilgili yorum yapanlara söyleyecek sözüm yok. Bir yazıda başlık illaki ‘gel gel’ yapacak. Okuyup da anlamadıysa burada suçu kendimde ararım. Zira doğru kelimeler, doğru cümleler bulamamak benim hatam olur.
Meramımızı anlatamadık demektir bu.
Tabii bunun yanı sıra doğru düzgün anlatsak da bazen yanlış anlayanlar olabilir. Nasıl bir bakkal için müşteri velinimet ise bizler içinde okurlarımız öyle. Bu yüzden haddi aşıp hakarete girmediği sürece her türlü görüşe ve yoruma açığız. Dinleriz. Bir yanlış varsa düzeltmek için gayret gösteririz. Zira doğru anlaşılmak zihinlerde doğru yer etmek önemli.
Yazar bazen yazısında boşluklar bırakır… Asıl anlatmak istediğini okuyucunun zihin dünyasına havale eder… İşin güzelliği burada zaten! Bunu aklımızın bir kenarında tutalım.
Dedim ya geçen yazı ile ilgili yine sevdiğimiz bir ağabeyimiz ile görüşürken Mimar Sinan’ın o meşhur eğri minare hikâyesini hatırlattı…
Gelin birlikte düşünelim:
Süleymaniye Camii’nin inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti. O gün gelince İstanbul’un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmişti. Herkes hayranlıkla bu Türk mucizesini seyrediyordu. Fakat bunlar arasında bulunan bir küçük çocuk, “Aaa şu minareye bakın nasıl eğri!” diye bağırıyordu.
Herkes de bakıyordu ama bir kusur bir eğrilik göremiyordu kimseler. Çocuğun bu eğri lafı Mimar Sinan’a kadar ulaşmıştı. Koca mimar hemen çocuğu bulup, ona “Yavrucuğum, hangi minare eğri göster bana” dedi. Çocuk da “İşte şu” diye minarelerden birini gösterdi. Mimar Sinan hemen adamlarını topladı. Uzun uzun halatları minareye bağlattı. ”Çekin yukarıya doğru!” diye çektirmeye başladı.
Çocuğa da , “Oğlum, bak bu minareyi doğrultuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver” dedi.
Adamlar gerçekten düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı. Çocuk bir süre sonra “Tamam minare doğru” diye bağırdı. İşçiler halatları çözüp işi bıraktılar. Başından beri olaya tanık olan ustalardan biri kafa kurcalayan soruyu Sinan’a iletti;
-Ulu mimarbaşımız, sen herkesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok. O halde ne diye düzeltmeye kalkıştın?
Mimar Sinan’ın cevabı inceliğin, anlayışın, hoşgörünün simgesiydi.
-Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını… Ama çocuğun kafasındaki “eğri minare” intibaını da öylece bırakamazdım.
Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki “eğri” kanaati silinsin. Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu şeklinde inanç yayılırdı.
Hey gidi koca Sinan! Hem eserlerinle hem de yaptıklarınla hala bize yol gösteriyorsun. İnşallah bu kez ok hedefine varmıştır…