Aynı duyguları paylaşan, aynı yolun yolcusu olduğuna inanan insanları birbirinden ayırmaya çalışmak kadar, insanları bir örnek kabul edip bir hadise karşısında herkesten aynı tepkiyi beklemek de zihinsel ve ahlaki bir sorunla karşı karşıya olduğumuza işaret eder. Birinci durum, hem ilahi âdete hem psikososyal gerçeklere aykırı bir beklentidir. Irk, din, vatandaşlık gibi en kapsayıcı kimliklerden aile gibi dar ama tesiri yüksek bir aidiyet çatısı altında var oluşunu devam ettirme mücadelesi veren insan, duygu dünyası ve tercihleriyle tektir. Mensubu olduğu duygu/düşüncenin diğer fertleriyle birlikte kendisini büyük bir cemaatin, kitlenin tam ortasında konumlanmış görüntüsünde bir kimse, o hâliyle bile, yalnız bir başınadır. Kişinin bunun farkında olup olmadığı meselesi, ayrı bir sohbet konusudur.
İnsan bazen kendi eliyle gerçekleştirmeye muktedir olamadığı şeyleri bağlı olduğu klan, cemaat içerisinde gerçekleştirir. Bu durumda, topluluk aracılığıyla da olsa faziletli bir iş, fiil zuhur ettiğinde doğal olarak vicdanda bir ferahlama, manevi bir tatmin oluşacaktır. Vicdan, burada kilit kelime. Vicdan, bizi içinde bulunduğumuz cemaatten de, ait olduğumuz güruhtan da sıyırır, ayırır çünkü. Yaratılışın kimine göre dağlar yerinden oynasa değişmeyecek olan esrarengiz dnası, fizyolojik ve psikolojik özelliklerimiz, yani mizacımız da bizi, bizim dışımızdakilerden kesin olarak ayırmıştır. Söylev/ahlak ise bu fıtri damara, yaratılıştan gelen aşırılıklara müdahale eder.
Ancak, mizacın direnci karşısında söylev çoğunlukla çaresiz kalır. Vicdan ve mizaçta karşılığı olduğu müddetçe ahlaki ilkelerle hareket eden cemaatle uyum söz konusudur. Hedeflenen durumun meşruiyeti de bu uyuma etki eden bir neden sayılmalı. Fakat birlik olup yola koyulduğunuzda şartlar muhakkak ki değişir. Bu da adına imtihan denen ilahî, değişmez bir âdettir, tekerrür eder. Bu nedenle kervandaki dirlik bir sapakta son bulacak, yollar ayrılacaktır. “Bir tarağın dişleri gibi eşit” ve kardeş insanlar arasında akılların tutulduğu, kılıçların çekildiği ihtilaflar vücuda gelecektir.
Düşünmekten, sorumluluk almaktan çekinen kimseler, bu gürültü ve patırtıdan emin olabilmek, salim kafa kalabilmek ve biraz da felaketleri kenardan izlemeyi sevmek ahlakında oldukları için topluluğun imanını kendilerininkine vekil kabul ediverirler. Oysa teşehhüd miktarı tefekkür etsek, fark ederiz: hayat kimsenin taşımaya gönlünün olmadığı bir yüktür, başlı başına meşakkattir, sorumluluktur. Kanımca böyle yapmakla insan, sorumluluğunu uyutmakla, en azından kendi hayatının felaketi, bombası olur. Bomba, içinde göründüğü hikâyenin bir yerinde er geç patlayacaktır. Alın size bir değişmez âdet daha.