Kültür Atlası yaklaşık dört yıldır haftada iki gün, bazen üç gün düzenli olarak yayımlanıyor. Kültür sanatın hemen her dalında faydalı olabilecek haber ve değerlendirmelerle dolu dolu bir içerik sunmaya çalışıyoruz. Kitap ve dergi yayınları, özellikle de edebiyat dergileri her daim ana meselemiz oldu, olacak. Tüm her şey bir yana okumaya ilginin artması, sağlıklı ve canlı bir edebiyat ortamımızın vücut bulması, milli değerlerimizi tanıma ve tanıtma yolunda güzel çabalara aracılık etme gibi mühim sorumluluklarımız olduğu bilincini anbean içimizde taşıyoruz. Bu minvalde büyük mütefekkir rahmetli Cemil Meriç’in; ‘Kamus namustur’ sözünden mülhem dilimizin doğru kullanılmasına elimizden geldiğince hassasiyet gösteriyoruz, bu kutlu davaya omuz verenleri baş tacı yapıyoruz.
Bugün yazacaklarımız geriye dönüp baktığımızda dört yıldır gündemde tutma gayretinde olduğumuz hususlar aslında. Aslî gayemizin, niyetimizin ne olduğunu burada tekrar uzun uzun anlatma gereği duymuyorum. İsim yapmaya, şöhret kazanmaya çalışıyor gibi suizanların olduğunu/olacağını tahmin edebiliyoruz, yer yer yaşıyorum da. Her zaman olduğu gibi buna tek cevabım, böyle bir nefis muharebesine maruz kaldığım anda yüce Allah(C.C)’ın beni okumaktan ve yazmaktan uzak tutması duasıdır. (Amin…) Vurgulamak istediğim bir diğer husus; az sonra vereceğim hiçbir isim, şahıs ya da kurumla olumlu ya da olumsuz bir tartışmamın, hasetçe duygular taşıma geçmişimin olmaması, benim açımdan olmayacak da Allah(C.C)’ın izniyle.
Peki derdim ne(?!) Derdimin özü bazılarına komik, basit, abartılı geliyorsa ya da ‘kardeşim biz neyin derdindeyiz sen neyin derdindesin, okuma yazmaya gelene dek nelerle uğraşıyoruz’ diyenlere söyleyeceğim hiçbir şey yok.
Akıp geçen ömürde onca meşgale arasında en kıymetli hazinemiz olan ‘zaman’ mefhumunu edebiyata, okumaya, yazmaya ayırıyorsak güzel ve faydalı, iyi olanla muhatap olalım isterim; birkaç şaşkının dar vizyonlarıyla ve eziklik kompleksleriyle edebiyatın güzelliği/hazzı rencide olmasın, yıpranmasın isterim. Vicdan mefhumundan yoksun ‘Batı’ aşkıyla büyük Türk edebiyatının atadamarlarını hançerlemeye çalışanların, bu topraklara ait olmayan postmodern, posttruth, yapısökümcü, yapısalcı, görsel vd. gibi kuram ve teknikleri, kavramları/kelimeleri kutsalmış gibi edebi türlerimize dayatanların, eziklik ve seküler postacılıkla, komplekslerle dilimize/güzel kelimelerimize ihanet edenlerin karşısındayım, doğru bildiğim ve inandığım prensiplerimin savunucusuyum.
Bismillah diyerek başlayalım o halde…
AKADEMİYE…
Akademinin hali pür melâli hakkında hemen her gün pek çok yazıya, ağırlıklı olarak eleştiri ve sitemkâr yaklaşımlara şahit oluyoruz. Bazı zamanlarda bu tartışmalar özünden uzaklaştırılarak beyhude bir savaşa dönüşse de son tahlilde beklentiler çok net: Vakti zamanında kim ya da kimler tarafından konulduğu ve dayatıldığı yeterince tartışılmamış, üzerinde çok da düşünülmeden yürürlüğe sokulmuş ilmî tez yazma usûl ve teknikleri, dili gibi topluma yansıması/faydası olmayan, dar bir çerçevede okunan çalışmaların şeklini şemalini değiştirecek bir babayiğite her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Bu tarzın açtığı yaralar haddinden fazla ve yazık ki akademik dilin bünyesinde barınan bazı garabetlikler zamanla güzel dilimize kene gibi yerleşiveriyor. Lâtince terimlere düşkünlük, metnin özüne yoğunlaşmaya engel bitmez tükenmez ara başlıklar, soğuk ve boğucu kuru dil, yerli yersiz -sel, -sal kullanımı, katkıda bulunacak/ders anlatımında bulunacak/katılım sağlayalım gibi son zamanlarda hemen her kademeye yerleşen caka satma, afilli olma emmaresi kullanımlar halis Türkçe sevdalılarını sinir hastası ediyor, herkesi de rahatsız etmesi gerekir zaten. Kısa ve öz ifade edilecek bir durumu gereksiz kelimelerle dallanıp budaklandırmanın nasıl bir mantığı olabilir, bilgiç görünme sevdasından, kendine güvenmeme ezikliğinden başka? Üstelik bunu sadece kişiler yapmıyor, ilim yuvası okullarımızda, resmi internet sitelerinde bu zırvalardan geçilmiyor.
İnsan düşünmüyor değil; koskoca üniversitede dili doğru kullanmasını bilen bir hoca yok mu yahu! Gerçi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde profesör titrli biri değil miydi, sosyal medyada afilli afilli ‘umarsız şöyle böyle anlamında bir kelime’ deyip, işin uzmanı tarafından uyarılınca sesi kesiliveren. Düşünsenize güzel dilimiz ve edebiyatımızı öğreten bu ve benzeri tipler, üstelik hemen her ay pek çok mecrada yazan, çizen biri böyleyse, böyle örnek oluyorsa gerisini varın siz düşünün.
ÇETELERE…
Edebiyat adına yapılan faydalı gayretlerin destekçisiyiz.
Özellikle hikâye türünde yazanlar arasında herkesin malûmu bir gruplaşmanın, çeteleşmenin hem genç hikâyecilere, hem hikâye okuruna, genelde de kadim hikâye geleneğimize büyük zarar verdiğine inanıyorum. Çalışmalarını beğenerek takip ettiğim Celâl Fedai sosyal medya paylaşımlarında ve yazılarında bunların özellikle kimler olduğunu sürekli vurguluyor, bir şeylerin düzelmesi için çırpınıyor lâkin muhatapları üzerlerine alınmıyor.
Kendi çevresine soğuk ve mesafeli duran, bu duruşunu Yekta Kopan gibi sol çevre yazarlarında unutuveren(bir imza gününde Yekta Kopan’ın kendisini övmesini çocuklar gibi sevinçle anlattığı paylaşımını hatırlayın), bilgi birikiminden kimsenin kuşku duymadığı fakat hikâye geleneğimizin aslî kodlarından uzaklaşmasında etken sahibi olduğunu düşündüğüm, eleştirmen Mehmet Erdoğan’ın Kopernik’ten çıkan hacimli kitabında detaylıca anlattığı Necip Tosun ile Cemal Şakar, ‘bizim çocuklar onların kitaplarını koltuklarının altında taşıyor, onlarsa bizi takmıyor’, ‘beni bekleten, camide olmasını gerekçe gösteren arkadaşıma da kızdım, ‘Mustafa Kutlu ile geçenlerde telefonda epey uzun konuştuk, olan var olmayan var susayım’ gibi pek çok sosyal medya paylaşımıyla kendini komik durumlara düşüren, taşrada olmanın dezavantaj olduğu zannıyla her an dikkat çekmeye çalıştığını düşündüğüm Abdullah Harmancı, özellikle hikâye türünde verilen ödüllerde belli başlı birkaç ismin ambargo koyduğunu, Recep Kayalı gibi usta hikâyecilerin görmezden gelindiğini(daha çok şey yazılır da konumuz dağılmasın, mevzu uzun)… hangi birini anlatalım.
Şiirde de ayrı bir alem var. Kanon, teknik, deneme tabirleriyle büyük Türk şiirini anlaşılmaz ve ruhsuz kalıplara sokan şairlerden tutun, Tanpınar/Yunus Emre gibi değerlerimize tamamen ilgi odağı olmak, sosyal medya hesaplarına daha çok beğeni toplama amaçlı olduğunu düşündüğüm ve dahi kendilerinin de yanlış olduğunu bildikleri halde akıl almaz saldırılarda bulunan, kendilerinden başka herkese ayar vermeye kalkan, dili bozan İslâmcılar(gerçi ben kimin İslâmcı, kimin değil ya da İslâmcı denilenler daha bir İslâm düşkünü, diğerleri karşıtı mı gibi mi anlaşılmalı tarzı acayip hülyalara dalıyorum ama neyse, konumuz bu değil geçelim), Hakan Arslanbenzer, Elyasa Koytak, Murat Güzel gibi kafası karışık okur yazarlar yanında Osman Özbahçe, Kaan Eminoğlu, Eray Sarıçam gibi isimlerin şiirimizi doğru ve doğal yerinde olmasına omuz vermeye devam edeceklerine inanıyorum.
Halbuki Celal Fedai’den mülhem şiir insana idrak ve empati kazandırır, şiir bizi ilerletecek, aklımızı başımıza getirecek türdür ama böyle bir şiir ve şairlerle değil.
DERGİLERE VE YAYINEVLERİNE…
Dergiler mekteptir, edebiyatımızı ileriye taşıyan önemli mahfillerdir, ‘hür tefekkürün kaleleri’dir. Önemli meselelerin kıran kırana müzakere edildiği/tartışıldığı, hakikatin arandığı yerdir.
Günümüzdeki dergilere bakınca, birkaçı müstesna bu derde sahip, öncü nitelikte, istikrarlı kaç dergi sayabiliyoruz! En son Söğüt dergisinde Süleyman Çobanoğlu/Mehmet Ayci polemiğinde gördüğümüz edebiyatın nezaketine uymayan argo ve kısır tartışmalar, adam kayırmalar, dergilerin velinmeti hevesli gençlerin gönderdiği metinlere olumlu ya da olumsuz dönüş yapmaya tenezzül etmeyen, kemikleşmiş kadroları(bazılarının sadece ismine göre belki de hiç okunmadan/düzeltilmeden yazısının yayınlandığı) olduğu halde ‘dostlar alışverişte görsün misali’ yazı çağrısında bulunmaları dışında bir hatırlanışları, etkileri var mı?
Telif politikaları herkesin malûmu; dergilerin yanında yayınevlerinin devletin KDV sıfırlamasına rağmen dengesiz fiyat belirlemeleri, okuyanların sırtından okunmayanların da parasını çıkaralım şeklinde bir bakış açısından başka nedir?
Umursamaktan artık imtina ettiğim, kendi kısırdöngülerinde dönüp duran, bu toprağın değerlerine uzak sol tandanslı İletişim, Can, Everest gibi yayınevlerinin son zamanlarda çıkardıkları ‘Türkçe edebiyat’ garabeti, Hece Öykü’nün de ocaklarına ateş taşıdığı Selahattin Demirtaşvari yazarcık(!) güzellemeleri bu yazıda yer vermek istemediğim ama maalesef günümüz edebiyatının gerçeği olumsuz haller.
Gazete dahi okumayan, okumayı hayatının bir parçası haline getirmemişler yüzünden yaşadığım şehir Konya ve pek çok şehir terminalinde/yerinde artık gazete satılmamasından, sporundan magazinine her türlü içeriğe yer verip de kültür sanata kapılarını aralamayan gazetelere… daha pek çok mesele var ama şimdilik bu kadarla iktifa etmiş olalım…