Kültürün taşıyıcı unsuru dildir. Günümüz insanı ne yazık ki 300-350 kelime ile konuşmaktadır. İşin vehameti, bu sayıda kelime ile konuşmak, aynı zaman da bu sayıda kelime ile düşünmek demektir. Bu veri bize, toplumun ortalama ufuk ve vizyonunu da ortaya koymaktadır. Büyük Türk şairi Fuzuli’nin 18. 000 kelime ile yazdığı ve bu kelimelere nüfuz edebildiğini düşündüğümüzde, ortalama kültür eşiğinin nerelere savrulduğu acı bir gerçek olarak orta yerde durmaktadır.
Kültür, karakteristik olarak mimari ve musiki de görünür hale gelir. Dildeki genel manzara böyle iken, mimaride de durum hiç iç açıcı değildir. Öyle uzağa gitmeye gerek yok. Hemen bulunduğumuz yerde başımızı kaldırıp bir bakalım. Etrafımızda kimliği ve estetiği olan kaç yapı görebiliyoruz. Son dönemde inşa edilmiş, insanın gözü ve gönlüne hitap eden kaç yapımız var… Bunca eğitimli insanımıza rağmen, neden kendimize has bir üslubumuz ve estetik kaygımız yok. Esasında bunda şaşılacak bir şey de yok. Çünkü kültürel hafızası kaybolmuş bir toplumun, mimari hassasiyetinin olması da beklenemez. Bu şekilde bir estetiğe ve mimari zenginliğe kavuşmanın birinci şartı, sanırım öncelikle meselenin tespitinde yatmaktadır.
Geçenlerde bizzat tanığı olduğum bir hadiseyi anlatarak genel manzarayı somutlaştırmak istiyorum. Şehrimizde musiki cemiyeti adı altında faaliyet gösteren ve gerçek manada Türk müziği icra eden bir cemiyet var. Yakın zamanda bu cemiyetin ailecek konserine iştirak ettik. Konsere gelenler genelde, koroda yer alan ses ve saz sanatçılarının yakınları… Şehrin bürokrasi kesimi, eli kalem tutan zevat ve eşraf ile cebinde parası olan şehir burjuvası(!) kesiminden konserde kimsecikler yok. Eş, dost birbirini selamlıyor. Peki orada icra edilen müzik hangisi… Bizim öz müziğimiz, kültürümüzün en önemli nişanelerinden birisi olan Türk musikisi… Konserde birçok seçme eser, su gibi, tertemiz icra ediliyor. Konserin başlangıcında musiki cemiyeti başkanın sözleri halimizi tüm çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Diyor ki dernek başkanı “Biz bu konsere hazırlanmak için üç ayrı sivil toplum kuruluşundan yardım istedik, çünkü konsere hazırlanacak yerimiz yok, en son izciler derneğinden rica ettik, salonlarını iki aylığına bize tahsis ettiler ve konsere orada hazırlandık. ”
Şimdi bu sözler üzerine bilmem ki kime ne demeli. Kültür şehri olarak isimlendirilen bir şehir düşünün, bu şehrin ismini taşıyan bir musiki cemiyetinin, konsere hazırlanmak için bir mekanı yok, konser verecek yeri yok. Durum bu cenahta böyle iken, şehrin tam da göbeğinde, türkü cafe olarak adlandırılan ve ucube türünde bir çok arabesk laf kalabalığını, her akşam şehrin üstüne boca eden ve bunun için gerekli zemini ve maddi gücü kendinde bulan yerler olanca gayretleri ile sanatlarını icra edip, kültürümüze hizmet ediyorlar! Yazık ki ne yazık… Mevlana’nın şehrinde, her akşam avaz avaz bağrılarak şehrin üstüne boca edilen ve millete pespayelik kusan bu yerler olanca gayretkeşliği ile sanatlarını(!) icra ederken, bir musiki cemiyetine konsere hazırlanabileceği bir yer bile tahsis edemiyorsak, bu şehre nasıl kültür şehri diyebileceğiz.
Mesele vaat vermeye ve nutuk atmaya geldiğinde bizden mahiri de çıkmıyor. Tam da bu noktada, slogan haline gelmiş bir söz aklıma takılıyor. Ne diyor bu söz “Adriyatik’ten Çin seddine kadar Türkçe konuşarak gidilebilir”…Hüküm doğru doğru olmasına da, bu coğrafyaya bu dili öğretmiş geçmişin emeği nerede, bugünün rahatlığı ve pespayeliği nerede… Hiç hatırdan çıkarmamamz gereken düsturu, Medeniyetimizin büyük şairi Yahya Kemal ne güzel özetlemiş,
‘Her millet kendi ikliminin lisanı ile konuşur.’
Siyasal konjoktür ve ekonomik alandaki kaydettiğimiz gelişmeler, bu milletin yeniden tarih sahnesine çıkmaya hazırlandığını gösteriyor. Hal böyle iken, bizim yine dünyaya söyleyebileceğimiz söze ve soylu bir duruşa ihtiyacımız var. Bu necip millet kültürel kodlarını yeniden keşfetmelidir. Eğer bu millet kendisini “Recep İvedik” tiplemesinde bulup, kendisini buradan ifade ediyorsa, hiç kendimizi yormaya da, yüksek perdeden konuşmaya da lüzum yok. İnsanlığın ortak birikimi ve tarihsel süreç ortaya koymuştur ki, derin bir kültür birikiminiz olmadan, dünya siyasetinde sürekli bir etkiye sahip olmanız mümkün değildir. Bunca zaman geçmesine rağmen, büyük mütefekkir Mevlana’nın halen dünya üzerinden binlerce insanı kendisine çekmesinin başka izahı olamaz.
Unutmayalım ki, derin kültür olmadan, derin etki bırakmak mümkün değildir.