Tarihin tarihçilere bırakılamayacak kadar mühim olduğu fikri çok yaygındır. Bu tespit temelde doğru olsa da herhangi bir yöntem önermediği, dolayısıyla çözüme yönelik bir teklif sunmadığı için fazlasıyla muğlaktır. Geçmişin bilgisiyle mücehhez olalım, âlâ. İyi de bu bilgiyle ne yapacağız? Başka bir ifadeyle tarih ne işimize yarar?
Geçmiş olayların bilgisi şeklinde tanımlandığında -ki sıklıkla böyle tanımlanır- tarih, koca bir mâlûmat yığını olarak kucağımıza düşüverir. Kimi zaman eğlenceli, bazen can sıkıcı onca hikâyenin, savaşların, göçlerin, trajik ölümlerin, kahramanların vs. bizim hayatımızdaki rolü nedir? Tarihçilerden sakındığımız bu önemli bilgi ummanıyla nasıl başa çıkacağımızı bilmiyorsak belki de fikrimizi tekrar gözden geçirmeliyizdir. Nasıl ki pusulasız denize açılmıyorsak tarih ummanına dalmanın da asgari şartları vardır; bunların başında geleniyse üzerinde konuştuğumuz nesneyi doğru tarif etmektir.
İtiraf etmeliyim ki bir zamanlar Cemil Meriç’in “Tarih kitaplarımız, Haçlıların en büyük zaferidir” sözünü biraz mübalağalı bulurdum. Son yıllardaki okumalarım ve müşahedelerim problemin tarih kitaplarımızla sınırlı kalmadığını, millet olarak topyekûn bir mânâ kriziyle sarmalandığımızı, üstelik pek çoğumuzun bunun farkında bile olmadan yaşadığımız gerçeğini gösterdi bana. Öyle olmasaydı tarihimizi bir kavga silahına çevirip her fırsatta birbirimizi fütursuzca vurmazdık. Esasında Türk insanının kafasında hiçbir zaman bütünlüklü bir tarih fikri oluş(turul)madı da diyebiliriz. Bunun sonucu olarak mazide olan biten ne varsa sırtımızdaki yükü artırmaktan başka işe yaramadı. İhtişamıyla iftihar ettiğimiz büyük Türk tarihi bizi zenginleştireceği yerde idrakimizi dumûra uğratır hâle geldi. İşte bu yüzden biz asıl problemi hiç gör(e)medik. Kendi tarihimizle kavga ededururken üzerine titrediğimiz tarihin bizden çalınmış olabileceğini hiç düşün(e)medik.
Tarih, geçmişin bilgisi olduğu kadar -hatta daha fazla- geleceğin bilgisidir. Kısa ya da uzun vadeli planları, hedefleri belirlemek için kullanılmadığında tarihin bize verecekleri oldukça sınırlıdır. Aşağı yukarı son beş asırdır Avrupa (özellikle Batı Avrupa) yalnızca iktisat, endüstri, ticaret, siyaset alanlarında değil, tarihyazıcılığında da ipleri elinde tutmaktadır. Buna bağlı olarak doğrudan ya da dolaylı, Asya’nın ve Afrika’nın tarihyazımı ‘Avrupamerkezci’ anlatının gölgesinde kalmıştır. Özellikle 19. Yüzyıl Avrupa tarihçileri sömürgeleştirme ve emperyalizme gerekçe bulmak maksadıyla kerameti kendinden menkul bir tarih anlatısı geliştirmişlerdir. Meselenin bizi ilgilendiren tarafı, bu kurgulanmış tarih anlatısının üzerimizdeki etkisidir. Bilerek yahut bilmeyerek Avrupamerkezci tarihin değiştirici/dönüştürücü etkisinden fazlasıyla nasibimizi aldık. Bugün karşılaştığımız en ufak sorunda dahi “Ama Avrupa’da…” diye söze başlamamız söz konusu etkinin kuvvetine dair bir fikir verebilir.
Tarihe bakışımızın nasıl yönlendirildiğini anlamak için biri antropolog diğeri Çin Dili ve Tarihi uzmanı olan iki yazarın cesur görüşlerinden faydalandım. Onları cesur olarak nitelememin sebebi, bizzat Avrupa tarihçileri tarafından tarihin dışına itilmiş, aralarında Türklerin de bulunduğu pek çok Asyalı ve Afrikalı tarihçi/entelektüelin söylemekten imtina ettiği fikirleri serdetmekte gösterdikleri cesarettir. Her ikisi de Londra’da doğup Cambridge’de ölen yazarlardan Jack Goody, dilimize Tarih Hırsızlığı adıyla çevrilen kitabında, Avrupa tarihçilerinin, kendilerince kurguladıkları bir ‘ilerlemeci’ tarihyazımını benimsediklerini ve bu yolla Mezopotamya, Çin, Hind, İslâm gibi büyük medeniyetleri tarihin dışına iterek önemsizleştirdiklerini ifade ediyor. İlk olarak “Kim, Neyi Çaldı?” sorusuna cevaben Avrupa’nın önce zamanı, mekânı ve dönemleştirmeyi çalarak işe başladığını söylüyor:
“Geçmişte, zamanın hesaplanışını Batı kendine mal etmiştir, bugün de öyledir. Tarihin dayandığı yıllar, İsa’nın doğumundan [Milat] önce ve sonraya göre ölçülür. Hicret’le, İbrani veya Çin Yeni Yılı’yla ilişkili diğer takvimlerin kabulü, tarihsel araştırmaların ve uluslararası kullanımın marjinal alanına itilmiştir. Bu zaman hırsızlığının bir yönü, kuşkusuz, yine yazılı kültürlerin kavramları olan yüzyıl ve binyıl adlandırmalarının ta kendisidir.” (sy.17)
Bu, zamanın çalınışının kısa hikâyesidir. Mekânın çalınışına gelince; Geçmişte Bâbil, Yunan ve Roma’da gök haritaları kullanılıyordu. Sonradan İran, Hindistan ve Çin’de de kullanılmaya devam etti. Hristiyan Ortaçağ’ında Avrupalılar bu bilgilerden bütünüyle uzaklaşmışlardı. Hâlbuki Müslüman Araplar, ‘usturlab’ın icadıyla yalnızca kusursuza yakın yıldız haritaları oluşturmakta değil, coğrafya ve astronomide de uzmanlaşmışlardı. Kaynaklarını gizleme konusunda oldukça mahir olan Avrupalı bilim adamları, onlara hocalık yapmış olan seleflerini unutmakla kalmadılar, onların torunları da dâhil olmak üzere bütün dünyaya unutturdular. Mekânı ele geçirmenin ilk basamağı olarak “Mercator İzdüşümü” nü benimsediler. Buna göre geçtiğimiz bin yılda dünyada merkezi konumda yer alan İslâm coğrafyası haritalardaki hâkim mevkiini bırakmak durumunda kalıyordu. Yeni yapılan haritalarda artık Hindistan gibi büyük güney ülkeleri, boyutları abartıldığı için İsveç gibi küçük kuzey ülkelerine göre daha küçük görünüyordu. İkinci aşamaysa hem boylam hem zaman hesaplamalarında bundan sonra temel alınacak olan Greenwich boylamının kullanılmasıdır.
Zamanın ve mekânın çalınmasıyla birlikte dünya tarihini tanzim etmek için elzem olan dönemleştirme için her şey hazır hâle gelmiştir. Bundan böyle, Bronz Çağı’ndan başlayarak gelişen büyük Asya Medeniyetlerinin her biri kapsam dışında bırakılarak Antikçağ’dan Feodalizme, oradan Rönesans ve Reforma, nihayet Mutlakiyet, Kapitalizm, Sanayileşme, Modernleşme basamaklarından oluşan benzersiz bir ilerleme! çizgisi oluşturulmuş oluyordu.
Martin Bernal ise Avrupamerkezci tarihyazımının 19. Asrın ortalarında şekillendiğini, okullarda okutulan Yunan tarihinin çarpıtılmış bir biçimde “özgün Avrupa medeniyetinin beşiği” olarak tanımlandığını ifade ediyor. Gerçekte Yunanlar, bilgilerinin kaynağının Mezopotamya, Mısır ve Fenike’den geldiğini biliyorlardı. Fakat 19. Asırda yaygınlaşan ‘üstün ırk’ fikri giderek yerini ‘üstün kültür’e bırakmış, bu sayede benzersiz – ve tabiî ki asılsız- bir medeniyet fikri gelişmiştir. Buna göre çağdaş Batı medeniyeti Antik Yunan’da doğmuş, Roma üzerinden bugüne ulaşmıştır. Başka bir açıdan, özellikle İslâm’ı belirsizleştirmek için din üzerinden yürüyen ikinci bir hat çizilmiştir. Bu düşünceye göre Yahudi-Hristiyan hattı Rönesans’ta Yunan-Roma mirası ile birleşmiştir. Böylelikle Modern Batı Medeniyetinin kusursuz ve görkemli (fakat aynı zamanda çarpıtılmış) tarihi vücuda getirilmiştir.
İşin en acıklı tarafı, burada kısa bir özetini vermekle iktifa ettiğim çarpıtmalar zincirine yalnızca Batılı aydınların değil, tarihin dışına itilmiş diğer ülke aydınlarının da ilahi bir hakikatmışçasına sarılmalarıdır. Alafranga aydınlar tarafından bazen şuurlu, bazen şuursuzca, bahsi geçen tarih paradigması topluma aşılanmakta, hatta dayatılmaktadır. Elbette, benzer bir hatayla, Avrupa tarihinin son asırlardaki görece yükselişinin bütün taraflarını yok saymak gibi bir gaflete düşmemeliyiz. Yukarıda ismini zikrettiğim yazarlar gibi daha pek çok Avrupalı entelektüelin bilim, sanat ve felsefe aracılığıyla doğruyu, güzeli ve hakikati ortaya koymaya çalıştıklarını bilmeliyiz. Hiçbir medeniyet dünyayı sıfırdan inşa etmiyor; kendinden öncekilerin mirası üzerinde çalışarak önce kendisini yenileniyor. Gelişmiş medeniyet dediğimiz olgu ancak bu sayede ortaya çıkıyor. Bu da demektir ki hiçbir medeniyet yalnızca kendisinin değil, bütün insanlığın ortak malıdır.
Kompleksi kişiler gibi kompleksi toplumlar da kendilerini geliştirmek noktasında daima bir zaaf içindedir. Asıl belirleyicinin ‘bilgi’ olduğuna iman etmişler için geri/ileri mefhumları sadece bir efsundur. Peyami Safa, gözün kendi kendisini görememesi mazereti bir ayna parçası karşısında iflas eder, diyor. Belki de bugün en çok ihtiyacımız olan şey bu ayna parçasıdır. Siyasi, içtimai tarihimizin pek çok karanlık noktasını aydınlatmış olabiliriz, fakat bilim tarihçimiz İhsan Fazlıoğlu’na göre matematik, kimya, fizik gibi sahalarda henüz tarihimizin bir dökümüne bile sahip değiliz. Mührü sökülmemiş bir hazine sandığı gibi önümüzde duran bu tarihin bizden çalınmasına ses çıkarmayışımız, ona sahip olduğumuz hakikatinden mahrum oluşumuz olabilir mi?