Yoruldum diyerek başladı konuşmaya. Üzerindeki kıyafetlerin aleladeliğine ve ellerindeki morluklara baktığımda zor değildi titreyen ruhunu görebilmek. Henüz tanışmıyorduk, hikayesini değil belki ama oğlunu; kanatsız meleğini ve onun için dünyanın ne kadar acımasız bir yer olabileceğini biliyordum. Cihan 4 yaşında; otizm tanısı konmuş, özel; çok özel bir çocuktu. Ailesinin, 3 çocuğundan biri olarak hanede yerini alsa da; terazinin bir kefesine koyulduğunda, diğer kardeşlerinden ağır basıyordu. Kitaplarda yazanlar, -meli, -malı cümleler, bu annenin gözyaşlarınıizlerken;anlamsız ve bomboş karalama kağıtlarına dönüşüyordu zihnimin içinde. Yorgundu işte, bu kadardı aslında tüm hali,yorulmuştu. İsyan yoktu satır aralarında, şikâyet etmiyor, sadece anlaşılmak istiyordu.
Üç yavrumuz vardı diye devam etti; küçük kızım ilkokula başlayınca, biz kalabalık aile olmayı hayal edince hep, daha gençtim bir de ben.. Cümleleri bir türlü tamamlanamıyor, belki de aklından geçenleri kendine yakıştıramıyor, dile alamadığı fiilleri yutkunarak geçiştiriyordu. Sonunda dayanamadı ve “Bilemedik böyle olacağını işte.” diyerek hıçkırmaya başladı.
Karşımda gördüğüm kadın, adı konulmamış bir ıstırabın içindeydi. Kocası, coğrafya kaderini bağrına basıp üç kuruşa çalıştığı işinde, belki onları hiçbir ihtiyaçlarından eksik bırakmamak; belki deevdeki kasvet dolu gecelerden ve oğlunun geleceğine dair duyduğu endişelerden uzak kalabilmek içinsabahlamayı alışkanlık haline getiren bir adamken, etini kemiğini binlerce parçaya bölen, her yeni güne büyük evlatlarının ilgiye muhtaç serzenişleriyle başlayan ve giderek onların da ellerinden kaydığını hissederken kahrolan bu kadının ıstırabına bir ad konulması da gerekmiyordu zaten.Yarım saate yakın bir süre, birlikte sustuk. Avcunda buruşturduğu ıslak peçetelerin yerine yenilerini verirken, zihnimden tüm mutsuz anneler sırayla geçiyordu. Çocukluğu; anne babasına kendini ispat edebilme ve görünme çabasıyla geçmiş, hamilelik sürecinde çalkalanan hormonlarının ve kalbine yerleşmeye başlayan annelik hissinin etkisiyle; geçmiş travmalarına saldıran, kendi yaralarını saramadan, öfkesini; anne babasını eleştirerek söndürmeye çalışan ve “Ben onlar gibi olmayacağım” diye başlayan büyük büyük cümlelerle, analığı perdenin ardında bırakıp ebeveynliği sahneye taşıyan anneler... Bilinçsiz internet kullanımının ve popüler mükemmelin desteklediği her şeyin en iyisini bilme ve yapma gayreti, üst nesille koparılan bağlar ve en nihayetinde ömrünü çocuğunu mutlu etmeye adarken, doyumsuz çocuklar yetiştiren, tüm ipleri küçücük ellerin içine bırakan ve kadınlığını geri plana atarak, kocasından taktir ve koşulsuz uyum bekleyen annelerin her birini çağırmak istiyordum. Sehpanın üzerinde biriken boş su bardaklarına ve kolonya şişesine ellerini uzatmalarını, onlara “Mükemmel annelik yok, sizi senelerce kandırdılar” diye haykırmayı,“Bak etrafına, çocuğun için tek mükemmel anne sensin” diyerek teker teker omuzlarından sarsmayı, koşulsuz sevmek ve koşulları feda etmenin birbirinden farklı olduğunu onlara anlatmayı, mutlu uyanmadan mutlu uyutamayacağını ve hastalıkta, sağlıkta diye yemin ederken hayatına adından sonra eklenen yeni sıfatın eşlik olduğunu hatırlatmayı, “Anne olmadan önce neydin?” diye sormayı ve saatlerce eski albümlerine bakarak feri solmamış gözlerini hatırlamalarını isterdim.
Cihan’ın annesi hariç. O mükemmel olmak için çırpınmıyordu, o sadece yetebilmek istiyordu. Kendine, yıllara ve evlatlarına yetişebilmek; gün içinde herhangi bir zaman diliminde kendine acı kahve yapabilmek, kızları okulda geçen mutlu bir anlarını anlatırken, bölünmeden onları dinleyebilmek ve eşinden birazcık şefkat bekliyordu. Beklenenler ve bizi bekleyenler… Ömrümüzün sarmalı, Cihan’ın annesini bambaşka şekillerde çekiyordu içine. Kocaman olmak istiyordu bu kadın, yuvasına gökyüzünden bakabilmek, koşmadan, çırpınmadan ve korkmadan. Çünkü en gerçek duygusuydu korkmak. Hastalanmaktan korkmak, kızlarının saadetini düşlemekten korkmak, kocasını bir sabah, son olduğunu bilmeden evden uğurlamaktan, huzur için ölümü arzulamaktan korkmak, Cihan’ı yalnız bırakmaktan korkmak. Kuracağım hangi cümle, vereceğim hangi umut onun yüzünü gülümsetir bilemiyordum. O yüzden sadece, “Sarılmak ister misiniz?” diye sordum. Yağmurun gürültüsünden ürperip yorganı kafasına çekmiş bir çocuk gibi titriyordu göz bebekleri; soruma, başını yukarı aşağı sallayarak cevap verirken. Usulca yaklaştım yanına, artık ikimizin de omuzları ıslaktı. Hala yorgundu ama artık yalnız hissetmiyordu.
Sen değilsin eksik olan, seni evine davet ederken, oğlunun okulda olduğu saatleri uygun gören arkadaşlar, sen değilsin eksik olan, sana umut tacirliği yaparken cebindeki son kuruşa kadar alan merdiven altı diplomalar, plastik bir kabın duvarda yankılanan sesinden rahatsız olup evden çıkmanız için imza toplayan komşular diyemedim.Güçlü olmak zorunda olmadığını her zerremle savunsam da;“Siz çok güçlüsünüz” dedim cesaretini körüklemek için. Çünkü o hakikaten güçlü olmak zorundaydı ve oyuncak mağazasında elindeki telefondan gözünü ayırmadan “Ay ama yeter, çok yoruyorsun beni” diye söylenen,çocuğuna hayır demeyi öğretememiş Instagram annelerinden çok daha fazla hakkı vardı yorulmaya. Yine de dökemedim dilimden, kendime bile tokat gibi çarpamaz iken, seni yalnız bıraktığımız için biz eksiğiz, vicdanımız eksik, sen yetersiz değilsin, biz sana yetemedik diyemedim.
Toplumda yanı başımızda attığınız çığlıklara kulağımızı sağır ettik, cihanı görmeye heveslendik de, Cihan’ları görmezden geldik diyemedim. Küçük bir teşekkür ve eğreti tebessümüyle yanımdan ayrılırken, kendime çok iyi bakmamı istedi. Kendine bakmaktan çoktan vazgeçmiş bir kadın, anlamını hiç sorgulamadan ettiği veda temennisiyle bir mahcubiyet daha saplamıştı bağrıma.
Sarılmamış yaraların daima kanayacağını ve biz bize dost olmadan insanlığa duyduğumuz düşmanlığın asla kabuk bağlamayacağını unutmadığımız bir hayatta; yalnız kendimize değil birbirimize ve cihanın tüm annelerine çok iyi bakmamız dileğiyle…