Voyager I adlı uzay aracından 1990 yılında, Astronom Carl Sagan’ın isteği üzerine dünyanın bir fotoğrafı çekilmişti.
Araç dünyaya 6 milyar kilometre uzaklıktaydı ve çekilen fotoğrafta mavi gezegen tıpkı bir toz tanesi kadar küçük gözüküyordu.
Carl Sagan’ın bunu istemesinin sebebi elbette ki uzay bilimine bir faydası olacağını düşündüğünden değildi. Peki, neden mi istemişti? Şu cümlelerinden anlıyoruz sebebini;
“Şu noktaya tekrar bakın. Orası evimiz. O biziz. Sevdiğiniz ve tanıdığınız, adını duyduğunuz, yaşayan ve ölmüş olan herkes onun üzerinde bulunuyor. Tüm neşemizin ve kederimizin toplamı, binlerce birbirini yalanlayan din, ideoloji ve iktisat öğretisi; insanlık tarihi boyunca yaşayan her avcı ve toplayıcı, her kahraman ve korkak, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her kral ve çiftçi, her aşık çift, her anne ve baba, umut dolu çocuk, mucit, kâşif, ahlak hocası, yoz siyasetçi, her süperstar, her yüce önder, her aziz ve günahkâr onun üzerinde… Bir gün ışığı huzmesinin üzerinde asılı duran o toz zerresinde…”
Keşke hepimiz dünyayı tam da o noktadan görebilseydik diyorum bazen. Kocaman evrenin ortasında minicik bir toz zerresinin içinde yaptığımız ego savaşlarının ne kadar gereksiz olduğunu belki o zaman daha iyi anlardık öyle değil mi?
Sizce de küçücük mavi bir noktaya göre çok fazla egomuz, kibrimiz, kıskançlığımız, öfkemiz yok mu?
Çivisi Çıkmış Dünya kitabında şöyle bir cümle vardı. “Pusulasız bir halde girdik yeni yüzyıla.”
Aslında 21. yüzyıl için müthiş bir tabir olurdu bu…
Çünkü bu yüzyıl maneviyatı sömürdü, insanları da kendi gibi katılaştırmaya çalışıyor.
Bu çağın insanları demin saydığım karamsar duyguların peşinde koşmaktan mutsuz düştü… Daha fazla, daha fazla derken de o fazlalıkların içine gömülüp yok oldu.
“Ben daha iyiyim bakın” derken, aslında içi boşalan, ruhu uçup giden, maddeleşen insanlara dönüştü.
Belki de büyük resmi göremediğimiz için bu kibir! O mavi noktayı her gün hatırlatsak kendimize, ya da kocaman dünyada kim olduğumuzu bir düşünsek belki o zaman kimyamız değişir. Belki o zaman doğru tohumları yeşertiriz içimizde…
Çünkü ömür bitebilen bir şey maalesef ki... Onu tam manasıyla insanca yaşayabilene, kalbini kömür rengine boyamadan, ruhunu kötülük belasından arındırarak, şöyle adamakıllı, belki de bugünü yaşadığı son günmüş gibi hissederek yaşayana, duvarlarını yıkabilene ne ala!
Böylesi bir tevazuya sahip olmak için de illa gökbilimci olmaya gerek yok bence!
Sadece kafamızı yukarıya kaldırıp eşsiz düzeni şöyle bir hissetsek, gökyüzünde öylece asılı duran düzeni hiç bozmayan güneşi, ayı, yıldızları, bulutları, yağan yağmuru ve karı görsek yetecek insan olmamıza…
Dedim ya ömür bitebilen bir şey… Aslında tüm bu mücadelelerimizin, irili ufaklı gerginliklerimizin, tüm yetersiz hissedişlerimizin, tüm sevmelerimizin, tüm hayal kırıklıklarımızın, bize yaşadığımızı hissettiren tüm bu gel-gitlerimizin, durduğumuz yerde çırpınışlarımızın, beton yığınları içinde kalbimizi yaşatmaya çalışmalarımızın, hepsi ama hepsi bir gün anı olarak kalacak.
İşte bu yüzden yaşam gömleğini üstünden çıkardığında senden geriye kalan en güzel şey, insanların seni gülümseyerek hatırlayacak olması…
O yüzden ruhunuzu güzel çabalarla yorun…