Günümüzde yoğun iş hayatından, günlük hayatın koşturmacasından yorgun düşen insanlar, bayramın yaz aylarına da denk gelmesiyle tatil için bir fırsat yakalamış oluyorlar. Sorsanız, bayramların insanları kaynaştıran, bir araya getiren, yardımlaşmayı ve paylaşmayı öne çıkaran günler olduğunu en çok onlar bilirler. Eskiden bayramda biri tatile gitsin, gelinceye kadar arkasından konuşulur, döndükten sonra da gittiğine gideceğine pişman edilirdi.
Doğrusu, “eskiden” diye başladığımız her cümle bizi çocukluğumuza götürüyor. Çocukluğumuzun bayramları ise çok özel anılarımızın olduğu zamanlar...
Benim çocukluğum, ihtilal zamanlarında 80’li yılların Konya’sında geçti. Bayram hazırlıkları bir hafta önceden başlar, evler temizlenir, hayatlar gümüş gibi yıkanırdı. Bayram denince nedense tatlı gelirdi aklıma. Bayramda ikram edilecek tatlı, içi ceviz dolu “bülbülyuvası” olurdu bizim evde. “Kırkkat” baklava tembel işiydi sanki. Kırk tane yufkanın üst üste konulmadığını daha o yıllarda öğrenmiştik. Arifeden 1 gün öncesi yaprak sarma ve su böreği günüydü. Bayram günü sabahında ana yemek olarak Gonya ağzıyla “balcan orta” yenirdi. Anadan, atadan Konyalılar’ın bayram yemekleri hala öyledir, yani “gara dakım”dır. Kurban bayramında ise et pişmez, kurbanın ciğeri ancak geç kahvaltı ya da öğle yemeğine hazır edilirdi.
Rengârenk şekerlerden bir ikram tabağı hazırlanırdı arife günden. Her konuda olduğu gibi bu konuda da mahalleli yetimlerle, fakirlerin önceliği vardı. Önce onların ihtiyaçları dikkate alınarak alışveriş yapılırdı.
Gece geçmek bilmezdi bizim için. Ertesi sabah bayram ya, içimiz heyecanla dolardı ve sabahın ilk ışıklarını beklerken uyuyakalırdık. Hele bayramlık ayakkabı filan alındıysa, o ayakkabılarla caka satma hayali bir gün önceden kurulurdu…
Bayram sabahı erkenden kalkar, yeni elbiselerimizi giyinip arka saflardan da olsa camide yer kapmak için namaza yetişmeye çalışırdık. Çoğunlukla sabah namazı kılınmış olurdu… Bayram vaazında ya da hutbesinde “küsler, dargınlar barışmalı, Müslümanlar yekvücut olmalı” nasihatleri edilirdi. Kimseyle küs olmadığımızı hatırlar, yüreğimiz ferahlardı. Bir taraftan da “Namazı nasıl kılacağız, tekbirleri alabilecek miyiz?” diye endişelenir, imamın “Senede iki defa geldiğinden” diyerek başlayıp namazı tarif etmesiyle minik yüreğimize su serpilirdi. Tekbirleri şaşırmadan kıldık mı zafer kazanmış komutan gibi olurduk. Namaz bitmeden kimse kaçmazdı şimdi ki gibi. Bayramlaşma için herkes saf olurdu, sıranın başında yaşlı bir amca imamla musafaha yaptıktan sonra imamın yanına kurulur, tebessümle birleşen eller, camiyi dolduran bayramlaşma halkalarına dönüşürdü. İçeride halkaya dahil olmayan, dışarıda mutlaka yerini alırdı.
Adamlar namazdan gelince, gelinler kızlar hazır asker olurlardı. Bizim evde kız olmadığından annem ve amcamın hanımı yengem “gelinler” olarak kayınvalidelerinin talimatlarını yerine getirme telaşıyla oradan oraya koştururlardı. Namazdan gelirken komşu kadınların, heriflerin camide olduğunu fırsat bilerek kapı önünü bir kere daha süpürdükleri hala gözümün önündedir.
Çocukların bayram heyecanı yemekten sonra bir kat daha artardı. Bayram yemeği yenip de sıra büyüklerin ellerinin öpülmesine geldi mi çocuklar için en güzel an gelirdi. Çünkü paralar ceplerden çıkmaya başlardı.
Hepimizin benzer hatıraları var. Hepimiz aynı geleneksel adetlerle çocuklar büyüsün, torunlar güzel anılarla çocukluklarını yad etsin istiyoruz. Oysa bayramları bayram gibi geçirmek elimizde. Başka etkinliklerle bayramların içinin boşaltılmasına fırsat veriyorsanız, yapacak bir şeyiniz kalmamış demektir. Ne yazık ki manevi duygular birer birer yok oluyor. Ruh dünyamızdan bu güzellikler kayıp gidiyor.
Bayramlar bizim her şeyimiz. Bayram özlem, bayram umut, bayram bereket… Hepsinden öte bayramlar hatırlamak ve hatırlanmaktır... Hatırlayana, hatırlanana ne mutlu…
Bayramınız mübarek olsun…