Ah bu gençlik. Nasıl söylenir, nasıl anlatılır, tavırları nasıl anlamlandırılır, onlarla nasıl tartışılır; ifadesi çok zor. İşimiz gençlikle olmasına rağmen ben bile onlarla iletişim kurmaya zorlanıyorum. Konfüçyus’un güzel bir sözünde “konuşmaya değer insanlarla konuşmazsan insanları, konuşmaya değmeyen insanlarla konuşursan kelimeleri yitirirsin” der. Bu sözde en muhatabı galiba gençler.
Geçen hafta İstanbul’a bir dostumun düğününe katıldım, bu nedenle de Cuma namazını İstanbul’da kılmak zorunda kaldım. Namaz da olsa enteresan insanlarla karşılaşıyor, enterasanlık namazda devam ediyorsa daha da katlanıyor. İşte bunlardan üçü.
Namaz öncesi hemen yanımda 20’li yaşlarda uzun saçlı, küpeli, sırt çantası yanında, muhtemelen öğrenci, kısa pantolonu dizden üstte bir genç.
Diğer biri 15-16 yaşlarında, sade görünümlü, yanında bulunan adam muhtemelen babası. Onun da pantolonu bayağı kısa.
Bir başkası 30’lu yaşlarda, kilolu, pantolonu diz kapağında ama otururken ve secdeye vardığında kilonun da etkisiyle hayli yukarı çıkıyor.
Cuma sünneti bitti. Namaz öncesi de zaten telefonuyla oynayan 20’li yaşlardaki genç hutbe okunurken dinlemiyormuş veya camide değilmiş gibi, uzun saçlarını yüzünü kapatırcasına eğilerek telefonunu kurcalamaya devam etti. Serilerek de oturduğu için kısa pantolonu iyice yukarı çekiyor ama delikanlının umurunda değildi.
Diğer 15-16 yaşlarındaki genç ve de kilolu adam da aynı şekilde namaz adabı dışında kıyafetleriyle namazlarını kıldılar.
Bu olayda kastımız hiç kimseyi irdelemek, tenkit etmek veya yargılamak değil. Cuma gibi toplumsal bir ibadette veya bireysel de olsa uyulması gereken “namaz adabına” dikkat çekmektir.
Dikkati çekmek istediğim muhteva da “imamlık müessesinin veya diyanet işlerinin” bu konuya eğilmelerini sağlamaktır. Burada ailelere de iş düşüyor ama kimsenin nasıl bir aile ortamından geldiğini bilmediğimiz için esas itibariyle konunun ele alınması işi “sorumlu müesseseye” düşüyor olsa gerek.
***
Bu arada dönüşte, havaalanında 70’li yaşlarda ellerinde adam yanında daha genç hanımı, özel kabini içinde devamlı miyavlayan bir kedi ile uçağı bekliyorlardı. Adam hemen de yanıma oturdu. Kedi yalvarır gibi miyavlıyordu. Zor da olsa adama “kedi ne diyor, anlıyor musunuz?” dedim. Adam da “evet, özel kabininde sıkılıyor, o yüzden de çıkmak istiyor” diye cevap verdi. Ben de “esarette sevgi neye yarar, bırakın gitsin” dediğimde adam şöyle bir durdu, sonra güldü, güldü, güldü.
Ben de ister istemez gülmeye başladım, herkes bize bakıyor ama aldırmadan sevimli adamla karşılıklı gülüşüyoruz. Adam karşımızda oturan hayli kilolu ve soğuk yüzlü biraz daha genç görünümlü eşinin keskin bakışıyla birden sustu. Utancımdan ben de sustum. Artık cesaret aldığı için adama biraz da manalı şekilde “ne oldu birden sustunuz” dedim. Sevimli adam “iyi tespit ettiniz efendi, benimki de esaret sevgi, kendim aklıma geldim de onun için güldüm. Sonra baksana karşımdakine, sustum”
Ne söylenebilir ki. Rabbim kimseyi “esaret sevgi ile karşı karşıya getirmesin”.
Bu hafta Kırgızistan’a gidiyorum. İnşallah oradan yazmaya çalışacağım. Kalın sağlıcakla.