Enerji ve sağlığım yerinde olsa da, kaybettiğimiz değerlere bakarak yaşlandığımı (pardon yaş aldığımı) hissediyorum. Kaybettiklerimizin her biri birer sağlık ve kültür hazinesi, saklı coğrafya, eğitim ve nezaket üstatlarıydı.
Bu gibi üstatların isimleri bazılarınca bilinmezdi, zira medyatik değillerdi, ya da kendi ideolojilerine uygun düşmezdi. Onlar sessiz ve derinden akan, akarken kültür ve dil cevherleri taşıyan kaynaktılar.
Yaşar Kaplan, D. Mehmet Doğan, son olarak da Ersin Nazif Gürdoğan hocamdan bahsediyorum. Daha niceleri var da, benim burada ismi geçen üçü ile yakın dostluğum olduğundan duygu ve düşüncemi bunlar üzerinden diğer ilim, sanat, dil ve edebiyat üstatlarına ithafta bulunuyorum.
D. Mehmet Doğan bir kütüphaneydi. 45 sene evvelinden tanıdım onu. Mütevazı duruşu, sakinliği ancak derin bilgisi ile insan üzerinde yavaş yavaş baskı kurar, tespitleri ile mest ederdi. Ankara’da bir inşaat kooperatifinde ortaktık. Ben lojmanda oturduğum için o evine taşınmıştı. Üniversiteden bir hocamla da komşu idi. O zamanlarda bu tür insanlarla bir araya gelecek merkezler yoktu. Çoğunlukla ideolojik yapılı derneklerde, kısmen evlerde ya da kitapevlerinde buluşur, sohbet ederdik.
Mehmet Doğan üzerinde bir Anadolu münevverinin tüm tevazuu ve vasıflarını yüzünde ve eserlerinde görebilirdiniz. Onu tanıdıkça sevdik, sevdikçe de bağlandık. Dili ve önemini anlatırken “dil kültürün aracıdır” diyordu. Dili bozulanlar, tarihi ve kültürü de bozulanlardır, demişti.
Yerli yerinde çıkardığı Büyük Türkçe Sözlük eserini ilk alanlardan olmuştum. Çoğu Laikçiler gibi bazı milliyetçi ve İslamcı gençlik Mehmet Doğan’ı tanımaz. O nu okuyamayanlar, hayatını bilmeyenler neden mahrum olduğunu bilseler bari o da yok.
Mehmet Doğan çok iyi bir hatip değilse de, sohbetlerinin muhtevasına ve kullandığı dil ve üsluba oldukça dikkat ederdi. En büyük meselesi de buydu; dil ve kültürün bozulması, yozlaşması.
Tarımcıların en büyük vakfı Tarımsal Kalkınma Vakfında (TAKVA) yaptığı bir sohbette, Takva ismini çok sevdiğini söylemesi de manidardı. Takva rumuz da olsa, taşıdığı manaya bu kadar hayran olunurdu.
Ersin Nazif Hocamı ilk 1996 da İstanbul Habitat-II toplantısında tanıdım. Doç. olduğum o zamanki kısa görüşmemiz sadece tanışmadan ibaret olsa da, güler yüzlülüğü ve sıcaklığı beni etkilemişti. Sonraları birkaç defa bilimsel ve kültürel toplantılarda bir araya geldik. İstanbul da yaşadığı için zaman zaman arar, sohbet ederdik. AK Parti kurucusu olduğu halde Milletvekilliği için müracaat dahi etmemişti.
Görüşmelerimizde bilgisi, kültürü, olaylara sosyal ve felsefik tahlilleri yanında, tecrübesiyle de uzun ve derin sohbetlere fırsat verirdi. O sadece ayaklı bir kütüphane değil, aynı zamanda barışçı; tüm dünya insanını huzura davet edecek kadar cesur ve bir gönül insanı idi. Barışseverliğini şöyle ifade ediyordu:
Akıllarda barışın güvercini olursa, gönüllerde barış çiçekleri açar. Dünyanın savaşın kartallarına değil, barışın güvercinlerine ihtiyacı var. Tarihin hiçbir döneminde iyi savaş, kötü barış olmamıştır.
Galiba bu gibi münevverler türünün son örneği ve bunları çok arayacağız. Geçmişte zor kazanılanlar gibi, dil ve kültürün korunmasında da emeği olmayan; ancak, parada, makamda ve unvanda hazıra konanlar tarafından kolay harcanıyor; dil de olduğu gibi. Ne oldu da 40-50 sene evvel uğruna savaş verilen dili ve kültürümüzü yok ediyorlar diye feryat edilen değerlerin bugün kullanılmasına cevaz veriliyor; hem de resmi kanallarda (TRT) ve Diyanet de olmak üzere muhafazakâr ağızlarca. Cevap, mümkün, imkânlar unutturuluyor; bunların yerini karşılığı olmayan yanıt, olası, olasılıklar alıyor; böylece resmi otoriteler eliyle kültür erozyonuna ve dilde yozlaşmalara fırsat veriliyor.
Buna en çok Mehmet Doğanlar, Nazif Hocalar üzülürdü, bizler de şikâyetçiyiz ve üzülüyoruz.