İmtihan süresi dolunca dünyanın en iyi doktorlarını getirip en olmadık organ nakillerini de yapsanız bedeninizin gideceği yer 1-2 metrekarelik bir çukurda çürümektir. Vaktin doldu haydi o bedenden ayrılık vakti deyince ölüm meleği, artık ona farklı bir kudret verecek hiçbir güç yoktur. Allah’ın izniyle gelmiştir melek.
“ … Artık birinize ölüm gelince elçilerimiz, bir eksiklik yapmaksızın onun canını alırlar.” (En’am/61)
O melekten saklanmanın herhangi bir imkân ve ihtimali var mı? Hikâyeyi bilirsiniz, Hz. Süleyman’ın hüküm sürdüğü devirlerde, bir adam koşa koşa saraya gelerek, Hz. Süleyman’ın huzuruna çıkar. Benzi sapsarı, korkudan tir tir titrer bir halde, Süleyman Peyamberden kendisine yardım etmesini ister. Hz. Süleyman bu adama sorar: ”Ne oldu sana böyle? Seni bu kadar korkutan şey nedir?” Adamcağız nefes nefese: ”Azrâil bana öyle öfkeli baktı ki, canımı alacağından korktum. Koşup sana geldim.” Hz. Süleyman, ”Peki, benden isteğin nedir?” der. Adamcağız, ”Ey canları koruyan adaletli padişah! Senin hükmün rüzgâra geçer, emret de beni Hindistan’a götürsün. Belki o zaman canımı kurtarırım” der. Hz. Süyelman adamı kırmaz, rüzgâra, adamı istediği yere bırakmasını emreder. Rüzgâr adamı Hindistan’ın iç taraflarında bir yere uçurarak bırakır. Ertesi gün divan kurulur ve herkes Hz. Süleyman aleyhisselâmın huzurunda toplanır. Hz. Süleyman Azrâil’e, ”Dün bana bir adam geldi. Kendisine öfkeyle baktığını söyledi. O Müslümanı evinden barkından, çoluğundan çocuğundan uzaklaştırmak için mi öyle baktın? Sebebi nedir?” der. Azrâil, ”Ey Süleyman! Ben ona öfkeyle değil, şaşkınlıkla baktım. Çünkü Cenâb-ı Hak bana, O kulumun canını bugün Hindistan’da al’ diye emir buyurmuştu. Ben de o adamı burada görünce şaşırarak kendi kendime, Bu adamın burada ne işi var? Yüzlerce kanadı olsa Hindistan’a varması çok zor’ dedim. Onun için adama tuhaf ve şaşkınlıkla baktım. Fakat Hindistan’a gittiğim zaman adamı orada buldum ve vazifemi yerine getirdim” diyerek Hz. Süleyman’ın sorusunu cevaplar.
İnsanlar ihtiraslarına kapılarak ölümden korkmalarına anlatan en iyi hikayelerden biridir bu... Hâlbuki bütün dünya işlerimizi ölüm gerçeğini kabullenip, göz önünde bulundurarak yapmalıyız. Kimden, neyi kaçırıyoruz? Allah’tan kaçabileceğini düşünmek büyük bir cahillik değil midir?
Ayet-i Kerimede “De ki ‘Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak ki sizi bulacaktır. Sonra görünmeyeni ve göreni bilen (Allah)’a döndürüleceksiniz. O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir..” (Cuma/8) buyruluyor.
Sevdiklerimiz, alacak vereceklerimiz, paramız… Değerli bildiğimiz her şeye veda edeceğiz. Sıcacık bir yuvadan böceklerin yılanların çiyanların cirit attığı daracık bir mekana gömüleceğiz.
Ne güzel konuşuyoruz şimdi değil mi? 1 oda yetmez 3+1 olsun olmaz 4+1, o da olmaz 5+1…
Kalbin ürpertisi içinde ölüm meleği gelip ağzımızdan ruhumuzu çekmeye başladı mı... Tüm sinir uçlarımıza kadar hissedeceğimiz tarifsiz bir acıyla tanışacağız.
Elbette ölüm bir son değil. Müslüman için yepyeni bir başlangıç. Ölüm bedene veda ederken başka bir boyutta yaşamaya başlamak. Ölümden sonra mini bir teste tabi tutuluruz. İnsana, Rabbi, dini, resulü ve kitabı sorulur. Bilen için ne mutlu bir andır o. Cennet bahçelerinden bir yol açılıverir. Kişi Salih ameliyle birlikte kalır. Ya cevap veremeyenler? Onlar kabir azabının en çetin haliyle baş başa kalırlar. Kabir hayatı onlar için bir azap yuvasıdır artık.
Her şeyi bırakıp ölüme hazırlanmak 24 saati sadece bu düşünce ve hazırlıkla geçirmek değil elbette Müslüman’ın görevi. Hakkıyla yaşamak ve inancının gereklerini İslami daire içerisinde yerine getirmektir.
Her ölüm zordur. Sonrası ise daha zordur. Zira kabir hayatı ahiret yolculuğunun ilk durağıdır. Bu durakta yüzümüz gülüyorsa ne âlâ. Yoksa vay halimize. Boşuna demiyorlar “ölmeden önce ölmek gerek” deyu… Haydi şimdi yarın bir daha uyanamayacağımızı bi tasavvur edelim. Zor, isteksiz nefse ağır gelen bir durum değil mi? Yapabilene helal olsun.