Hikmet, sözlüklerde hakka uygun söz, ilim, hilm, adalet ve felsefe gibi anlamlar taşır. Güzel sanatların içinde hikmetle teması en üst düzeyde olan sanat edebiyattır. Edebiyatın hikmetle, başka bir deyişle felsefe ile ilişkisi Aristo’dan beri söz konusu edilmiştir. Aristo, “Metafizika” adlı eserinde kendisine çalışma alanı olarak hikmeti (sophia) seçtiğini belirtir. Hikmet ve felsefenin aynı anlamda kullanıldığı yerler olmuştur. Diğer yandan biri diğerinin şubesi olarak da değerlendirilmiştir. Ben, burada daha çok edebiyatla-özelde Türk edebiyatı ile- olan ilişkileri üzerinde duracağım.
“Hikmet, müminin yitik malıdır; isterse nifak ehlinden olsun, hikmeti al” hadisi Türk-İslam ulemasını derinden etkilemiştir. Henüz hicretin ikinci yılından itibaren başlayan, beraberinde birçok mezhep ve felsefi görüşün zuhur ettiği tartışmalar, İslam dünyasında canlı bir düşünce hayatının doğmasına yol açmıştır. Farabi, İbn-i Sina ve Gazali gibi her biri bugün için birer proto-entelektüel kabul edilebilecek isimler gerek yönetici kesimi gerekse halkı etki altına almayı başarmışlardır.
Anadolu coğrafyası da bu bereketli ortamdan istifade etmiştir. Hoca Ahmet Yesevi, “Divan-ı Hikmet” yoluyla Türk tasavvufunun kaidelerini belirleyedursun, öte tarafta İbn-i Arabi ve Mevlana Celaleddin gibi mutasavvıflar da irfanın başka bir cephesini kuruyorlardı.
Türk edebiyatı (Türkçe edebiyat değil!) Yunus Emre ile dilini, kimliğini bulmuş gibidir. Anadolu’da Türkçe, zamanın hâkim dilleri Farsça ve Arapça ile olan münasebetini devam ettirmekle birlikte, kendi kozasını örmeye başlamıştır nihayet. Yunus Emre şiirlerinde göze çarpan özelliklerden birisi de hikmet arayışıdır:
Yûnus çağırırlar adım, gün geçtikçe artar odum.
İki cihanda maksudum, bana seni gerek seni.
Yunan hakîmi Sokrat, “Sen, seni bil” demişti. Bu kelam-ı kibar Yunus’un dilinde “İlim, kendin bilmektir” e dönüşür, fakat burada kalmaz. Gerçek maksadın ne olduğunu bilir ve sonuçta hep O’na yönelir:” İlm okumak manîsi kişi Hakk’ı bilmektir.” Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divan’ı için yazdığı önsözde, onun edebiyatta hikmet arayışını ve bu arayışın bize bıraktığı mirası ne güzel özetler: “ Yunus bizi teferruattan kurtardı. İnsanın, nefsinden Allah’a yolculuk yapabilmesi için gayrete, sevgiye ve bilgiye ihtiyacı olduğunu söyleyerek yükümüzü aldı.”
İki asır sonra hikmet arayışı, Fuzuli ile bir kez daha ve bu sefer ayakları yere daha sağlam basar vaziyette devam eder. Çünkü aruz Türkçeleşmiştir artık ve yabancı bir alet olmaktan çıkmıştır. Genceli Nizami’nin “Leyla ile Mecnun” u, Fuzuli’nin muhteşem mesnevisinde tüm zamanların en büyük aşk hikâyesine dönüşür. Görünüşte aşk hikâyesidir, fakat asıl aranan yine hikmettir. Batılı düşünürler bizim edebiyatımızda trajedi ve komedinin gelişmediğini söylerler ki doğrudur. İslam düşüncesi, açıkta bir konu bırakmamıştı. İnsanın insanla, kaderle ve Allah’la ilişkisi diğer dinlere göre çok daha muhkem ve tereddütsüzdü. Şairler, maddeden manaya doğru bir gidişin hikâyesini söylüyorlardı. Fuzuli’de ne Baki’deki rindane eda, ne de Nabi’deki hikemi tutum öndedir. Her yönden dengesini bulmuş bir klasiktir o. Leyladan geçip, Mevla’ya giden bir hikmet arayışı.
Hikmet arayışı, iki asır sonra son büyük klasiğimiz kabul edilen Şeyh Galip tarafından bir defa daha-belki de son defa- yoklanacaktır. Özellikle “Hüsn-ü Aşk” ta, arkasına aldığı bütün bir Mevlevi geleneğinin mirasını, Fuzuli’ye benzer şekilde duyurmaya çalışır. Tanzimat’la başlayan batılılaşma hareketleri sonucunda “hikmet” de hadisin işaret ettiği “yitik mala” dönüşür. Edebiyatımız sosyal faydayı esas alır ve soyuttan somuta bir seyir takip etmeye başlar. Gerçi, bu dönem nesir için olumlu sonuçlar vermiştir, fakat şiirimiz hikmet arayışını bırakmış gibidir. Ara sıra, Mehmet Akif gibi şairler “Allah’a güven, sa’ye sarıl, hikmete râm ol / Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol” nev’inden hatırlatmalar yapacaktır kuşkusuz ama artık edebiyatımız dönüşü olmayan bir yola girmiştir çoktan.
Edebiyat ve hikmet ilişkisini müstakil olarak işleyen kitaplarımız oldukça az. Muallim Naci’nin Arap, Fars ve batı edebiyatlarından yaptığı tercümeleri bir araya getiren “Kültürler Kavşağında Edebiyat ve Hikmet” adlı kitabından başka, “ara nesil” den kabul edilen Mehmet Zîver’in “Hikmet-i Edebiyye” adlı küçük risalesi misal gösterilebilir.
Elbette her devir kendi şiirini söyler. Kendi hikâyesini yazar. Türk edebiyatı, geleneğinden getirdiği malzemeyi yeni olanın, modern olanın harcına katmayı bilmiştir. Bugün de farklı arayışlarla yoluna devam etmekte. Teklifim, “yitik malımızı” bulma adına bir hatırlatmadan ibarettir.