Toplumsal yapının değişkenliği sosyolojik bir olgudur. Her toplum belli aşamalardan geçerek bugün sahip olduğu normlara ulaşabilmiştir. Genel kabule göre insanlar ilk olarak avcı/toplayıcı bir düzen içinde yaşarken alet yapımı ile birlikte tarım toplumuna, oradan evcilleştirilmiş hayvan yetiştiriciliği sayesinde kırsal topluma, devamında ise kral ya da imparatorların yönetimindeki geleneksel (sanayileşmemiş ) topluma dönüşmüştür. Nihayet on dokuzuncu yüzyılla birlikte bu toplum düzeni de büyük ölçüde kaybolmuş ve yerini bugünkü modern/endüstriyel topluma bırakmıştır.
Bahsi geçen toplumsal dönüşümler kolay olmamış, beraberinde oldukça sancılı bir dizi sosyal problem de doğurmuştur. Sanat/edebiyat eseri, toplumsal değişimlerden etkilendiği gibi, belki daha fazla olarak toplumsal değişimlerin tetikleyicisi de olmuştur. Ben, modern topluma geçiş sürecinde yaşanan sorunları ve bu sorunların sanat eseri –özelde edebi eser- ile ilişkisini ele alacağım. Bunu yaparken Fransız edebiyatı ile Türk edebiyatını belli noktalardan karşılaştırmak suretiyle; on dokuzuncu yüzyılın doğu ve batı edebiyatlarında meydana getirdiği yenilik ve farklılaşmanın izini sürmeyi hedefliyorum. Yeni Türk edebiyatı açısından bu karşılaştırma zorunludur; çünkü “Tanzimat nesli” diye bildiğimiz sanatçılar ilk eserlerini vermezden önce Fransız edebiyatı hakkında oldukça tafsilatlı bir bilgiye sahiptiler. Bunun doğal sonucu olarak da en çok Fransız edebiyatından etkilendiler.
Şüphesiz Fransa’da ve dahi tüm Avrupa’da modern toplumun temel belirleyicisi 1789 ihtilalidir. Burjuvazi, derebeylik sistemini yıkmış, görece bir özgürlük dönemini başlatmıştır. Ne var ki halk, beklendiği gibi özgürlüğün nimetlerinden yeterince faydalanamadan- özelikle Waterloo yenilgisiyle birlikte- eskiye dönüş diye tabir edebileceğimiz bir “Restorasyon” dönemi yaşamıştır. Bütün bu çalkantılı süreç Fransız halkı kadar sanatçılarını da derinden etkilemiştir. Başlangıçta bütün sanatçılar Fransız İhtilaline güzellemeler düzseler de bu durum uzun sürmemiş, kapitalizmin insafsızlığı karşısında onlar da sükût-u hayale uğramışlardır. Her ne kadar on dokuzuncu yüzyıl romantiklerin çağı olarak bilinse de, bahsettiğim köklü değişikliklerin yarattığı karmaşa ortamı, romantiklerden önce realist bir edebiyatın doğuşunu engelleyememiştir. Realizmin öncüsü kabul edilen Balzac (1799-1850), yine realizmin başyapıtı olan “Goriot Baba” da dönemin siyasal, ekonomik ve sosyal problemlerinin bireyler üzerindeki tahribatını gözler önüne sermiştir. Balzac gerçekçidir. İçine doğduğu toplumun bir üyesidir ve mutsuzdur. O yüzden Napolyon ordularının ihtişamlı zaferlerini hatırlatır ve “Onun kılıçla sona erdiremediğini ben kalemle tamamlayacağım” der.
Realizmin diğer güçlü temsilcisi Stendhal (1783-1842) ise, romanlarında Fransız insanını bütün çıplaklığıyla, yani tüm sefaletiyle resmetmiştir. “Roman, yol boyunca gezdirilen aynadır.” mottosu ona aittir. “Parma Manastırı” ve “Kırmızı ve Siyah” bu minvalde yazılmış realist eserleridir. Aslında hangi edebi akıma ait olursa olsun, bu dönemin neredeyse bütün eserlerinde aynı bakış hâkimdir. Toplumda açılan derin yaralar kolay kapanmamaktadır. Romantizmin babası olarak kabul edilen Victor Hugo (1802-1885), öncekilerden pek de farklı olmayan bir anlayışla dönemin Fransa’sında yaşanan adaletsizliklerden, yoksulluk ve baskılardan söz eder. “Sefiller”in kahramanı Jean Valjean’ın hapisten çıktığı tarih 1815’tir. Bu tarih, ihtilalle restorasyon döneminin tam ortasına denk gelir. Yazar, her iki dönemin yarattığı huzursuzlukları yansıtabilmek için bu tarihi özellikle seçmiş olmalıdır.
Hiç şüphesiz modern topluma geçiş süreci Türk tarihi için, Avrupa’dakine nispetle çok daha farklı ve kendine özgü bir şekilde gelişmiştir. On dokuzuncu yüzyıldan yaklaşık bir asır önce başlayan yenilik düşüncesi 3. Selim döneminde etkisini göstermeye başlamıştır. Şehzade iken Fransa Kralı 16. Louis ile görüştüğü bilinen padişah, askeri alanda reform denemeleri yapmış, fakat onun eksik bıraktığı asıl hamleyi 2. Mahmud tamamlamıştır. Yeniçeri Ocağı’nın ilgası, yenileşmenin(daha doğru bir tabir olarak Batılılaşmanın/Avrupalılaşmanın) önündeki bütün engelleri kaldırmıştır. Toplum, artık giyim kuşamından kullandığı mobilyalara; yeni açılan okullarda aldığı batılı eğitimden ekonomik faaliyetlerindeki farklılaşmaya kadar neredeyse her alanda köklü bir takım değişikliklerle yüz yüze kalmıştır. Tanzimat Fermanı ile siyasi olarak, nihayet Kanun-i Esasi ile de hukuki olarak batılılaşma sürecinin bu en muhkem dönemi tamamlanmış gibidir.
Yenileşme hareketlerinin gazete aracılığıyla halka duyurulabilmesi kolaylığı, ilk dönem edebiyatçılarımızın ilgisini bu alana çekmiştir. Şinasi ve Namık Kemal gazeteyi, fikirlerini paylaşma aracı olarak oldukça etkin biçimde kullanmışlardır. Fransızca eserlerden tercümelerin başladığı yıl (1859), edebiyatımızın batı edebiyatıyla ilk karşılaşmasıydı. Tanzimat sanatçıları, Fransız ihtilalinin kavramlarını şiirlerinde kullanmaya başladılar. Namık Kemal, oldukça mazbut bir yapısı olan kasidenin tüm kurallarını yerle bir ederek, ilk defa soyut bir kavrama kaside yazmış(Hürriyet Kasidesi), diğer yandan Şinasi, tertip ettiği şiirlerini –ki o döneme kadar ‘divan’ deniyordu- “Müntehabat-ı Eş’ar” adıyla yayımlamış; o da biçimsel olarak geleneğin tamamen dışına çıkmıştır. Bütün bunlar gösteriyor ki, Tanzimat sanatçıları toplumsal dönüşümün öncülüğünü yapma vazifesini üzerlerine almışlardır.
Devletin bu son ve en zor yüzyılı, Fransa’da olduğundan çok farklı şekilde, ama benzer temalar üzerinden yaşanan tartışmalara sahne olmuştur. Yeniçeri ocağının lağvedilmesi ilk anda olumlu gibi görünse de, ocakla birlikte devletin ulema sınıfıyla da arası açılmıştır. Aynı zamanda yapılan dönüşümler belli bir plana göre uygulanmadığı için neredeyse tümü yarım kalmış gibi görünmektedir. Bu durum toplumun batılılaşma temayülü üzerinde tuhaf bir ikilik yaratmıştır. On dokuzuncu yüzyıl edebiyatımız da bu ikiliğin doğurduğu sancılarla dolu eserler üretmiştir.
Görüldüğü üzere gerek Fransız edebiyatı, gerekse Türk edebiyatı modern topluma geçiş aşamasında toplumsal değişimlerden etkilenmiş, fakat pasif değil aktif bir biçimde geçirilen değişim/dönüşümlere de ön ayak olmuşlardır. Burada, sanatçının devlet ve toplum nezdindeki rolünün değişiminden de bahsetmeliyim. Asırlar boyu sanatçılar; doğuda ve batıda patronaj sistemi içinde eser vermişlerdir. Hiçbir sanatçı eserini pazarlamayı düşünmemiştir. Modernitenin getirdiği yeniliklerden biri de edebi eserin ‘meta’ haline gelmesidir. Patronaj sisteminin dışında kalan sanatçıların artık eserlerini satmak zorunda oluşları ve bu nedenle ekonomik olarak refah düzeyinin altında kalmaları, onların eserleri üzerinde önemli rol oynamıştır. Giderek sanatın bireyden topluma doğru kaymasının altında yatan sebeplerden birinin de bu olduğunu düşünüyorum. Sanatçıların belki ilk defa geçim derdine düşmeleri bu yüzyıla rastlamıştır.
Günümüzde pek çok toplum moderniteyi geride bırakmış ve postmodern bir yapıya dönüşmüştür. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğu gerçeği hükmünü icra etmeye devam ediyor. Kesin olan şu ki, edebi eserler dün olduğu gibi bugün ve gelecekte de toplumsal hayatın şekillenmesinde rol almaya devam edecektir.