Bundan 50-60 yıl kadar önce yaz gününe gelen Ramazan-ı Şerif’te tutulan oruçlardan biriydi.
O yokluklu ve zor günlerde hani derler ya ‘çapa ile ekilip sıpa ile çekilen’ yılları anımsadıkça dilim boğazıma çekilir, ağzım kurur dudaklarımın etrafı pesenleşir.
Ben çocuktum ama rahmetli anne babamın ve komşularımızın köylümüzün neler çektiklerini çok iyi hatırlıyorum. Ramazan günlerinin kışa doğru yaklaştığı benim mükellef olmasam da heves ederek tuttuğum oruçlardı.
Üç beş yıldır 3. kere yaz orucunu tutmuş oluyorum. İlkinde 5-6 yaşlarından 10-12 yaşlarına kadar idim. İkinci yazda 35-40 yaşlarında şimdi ise 69-70’e doğru yol aldık. İlk yıllarda çok bir sorumluluk olmadığı için pek benimsemedik, ancak atalarımızın çektiği zorlukları gözlemledik. O yılların çalışma şartları içinde çiftçilik tabii ki çok zordu. Yiyecek giyecek de şimdiki kadar bol değildi. Traktör yok, hatta at çifti bile yoktu. Rençperin yüzde 95’i bizimki gibi dağ köylerinde öküzlerle ve kara saban ile rençperlik yapardı. Mayıs sonundan Haziranın sonuna kadar çayırlardan yeşil otlar biçilir, burma yapılarak evlere merkeplerle taşınır ve kurutulup samanlığa basılarak kışa koyun ve öküz inek tana gibi sığırların kışlık yemi olarak hazır edilirdi. Temmuz ayında tam ekinler erip de olgunlaştı mı, önce arpa sonraları buğdaylar işlenmeye başlanırdı. Yani tarladan orak ile biçmeye deste yapıp merkeplerle harmanlara çekmeye başlardık. Ortalık orak ayıydı. Güneşin bütün şiddeti ile yakıp kavurduğu zaman. Traktör, biçerdöver hak getire... Gece sahur yemeğinden sonra erkenden merkepler salınır tarlalar uzakta ise, ki bizim köyümüzün arazisi çok genişti, Kuruçay, Döllük, Davutlar, Sağırkaya, Kışla, Oyumağaç, Fesliki, Dedeler, Körkuyuboğazı ve Çakıllı gibi tarların bol olduğu yerlerin yolu köye en az 2 saat sürerdi.
İşte böyle bir iki saat yol gidilir ve tarlaya varılıp ekini oraklarla işlemeye başlardık. Ortalık kuşluk oldu da güneş yakmaya başladı mı oraklar elden bırakılırdı ve bir ağaç var ise tarlanın yanında onun gölgesine yok ise çevreden kesilen yapraklı çalılardan bir cerge yapıp onun gölgesine yatılırdı. Ayaklarda yün çorap başta kasket veya bir çeşit şapka annelerimizin bacılarımızın başında çalık çember mutlaka bağlı olurdu. Üzerinde giydiği o kaba elbiseler yakıcı güneşin altında daha bir yakar kavururdu. İkindiye kadar yatılır ne kadar açlıktan susuzluktan ve sert toprak üzerinde ne kadar uyunursa o kadar uyunurdu. Akşamüzeri tekrar kalkılır yine elde oraklar ekinler biçilmeye başlanırdı. Akşam oluncaya kadar orak sallanır biçilen ekin desteleri akşamüzeri merkeplere sarılır yola düşülür yine o uzun yolculuk devam ederdi.
İftar çok zaman yolda olurdu. Yolda kuyu, sarnıç, çeşme, çay, dere ne bulunursa oradan bolca su içilir o da açlıkla mideye dikilirdi. Artık sürüne sürüne harmana zor gelinir, merkeplerin yükü yıkılır sonra eve gidilir, sonra namaz niyaz sonra boğaz faslı başlardı. Ne varsa o yenirdi. İki üç saat kadar uyku sonra haydi bakalım sahur...
İşlerin zorluğundan tabi ekin biçmek olsun harmanda düğen sürmek olsun çok uzun zaman alır, bazı aileler Kasım ayına kadar harmandan kalkamazdı.
O yıllarda buzdolabı yok, çamaşır makinesi yok, kadınların işleri heriflere nazaran daha çok ve çileliydi. Bundan dolayı zamanın köy ileri gelenleri ve ihtiyar heyeti kıştan akıllı davranırlardı. Bizim köyümüz Kilistra’da Bizans döneminden kalma büyük sarnıçlar, geniş ve derin kazılmış kayadan oyma kuyular vardı. Buralar kışın bol kar yağdığında karla doldurulur üzeri saman ve meşe ağacının yaprakları ile kapatılır, hava aldırılmazdı. Yazın Ramazan ayında köylüye tellal vasıtası ile ilan edilirdi: Heeeeeyy ahali! Herkes evinden birer kap getirsin Mevlitler’in kuyusundan veya ardıç altı sarnıcından kar çıkarılıp dağıtılacak... Ya bekçi Sarı Mehmet olarak bilinen Emmi inerdi kuyuya ya da Yuvalak Ahmet Emmi merhum inerdi dağıtıcı olarak. Artık köylüler ellerinde tepsi, sahan ne varsa o yıllarda, çinko, bakır gibi birer kapla gelinir evlere kar götürülürdü. İçerisine pekmez konunca mübarek pek leziz olurdu. İnsanlar onunla serinlerlerdi.
Burada artık anılara geldi sıra... Bir keresinde bayılmışım. Merhum Ramazan Ceylan (Kıpık Ramazanı) ile köy sığırlarının çobanı olduk. Ben de ilkokulu yeni bitirdim yaşım henüz 11 filan... Ramazan o yıllarda Mayıs aylarına geliyordu, günler uzun. Rahmetli anacığım yalvarıyor bana “Yavrum küçüksün, bu yıl orucu tutma dayanamazsın” diye, ama ben “Yok illa da tutacağım” diye ısrarcıyım. Bir akşamüzeri artık otlattığımız sığırları köye doğru çevirdik geleceğiz. Köy yaklaşık iki saat sürerdi. Ben sığır sürüsünün ardından geliyorum, Ramazan Emmi ise önünden gidiyor, hayvanlar ekinlere zarar vermesin diye, onları düzene sokuyor. Dağlarda yollarda kimseler yok, işler az olduğundan. Mübarek gün herkes evine erkenden çekiliyor. Şöyle başım döner gibi oldu artık köye yaklaşıyorduk, bir çay kenarından geçecektik suyun kenarında olduğumu hatırlıyorum sonrasını aklım ermiyor. Sığır bir dik ve uzun yokuştan çıkıyordu (Aygır Yokuşu) yukarda Ramazan Emmi merhum bakar, ben yoğum. Geç kaldı zanneder bir daha ardına bakmaz. Öylece eve kadar gelir. Köyle bayıldığım yerin arası 3 km var. Anacığım sorar: “İramazan Emmi Ismayıl nerede?” diye. O da “Bilmem arkada geliyordu” der evine gider. Anacığım yollara düşer “Ismayıl Ismayıl bağıra, ünleye... Yolda kaldığımı fark eder anacığım, çok zeki idi, yakınımda anamın sesini duyuyorum ama cevap vermeye takatim yok. Elimle işaret ettim zar zor, “ana” diye de seslendim sanırım. “Guzuuumm” diye koşarak gelen anam beni kucağına aldı yanımda çaydan avuçlarında su getirip bana içirmek istedi. Ama yine inat ediyorum “Artık dilim açıldı ana, akşam yakın suyu içirme” diye içmedim orucu bozmadım. Anacığım beni sırtına aldı eve kadar sırtında getirdi onca yolu.
Ertesi günü beni istirahat ettirdiler, anacığım gitti sığır otlatmaya Ramazan emmi ile...
Çocukluğumdan kalan onlarca hatıradan biriydi. Ramazan hatıralarla daha bir güzel oluyor... Sohbeti, muhabbeti her şeyi ile güzel değil mi...