2001 krizinin Türkiye’ye kazandırdığı terimlerden biriydi Özerk Kurumlar. Merkez Bankası BDDK, EPDK gibi birçok kurum yeni kuruldu veya yapılandırıldı. Siyasi otoriteden bağımsız olarak çalışan bu kurumların geçtiğimiz sürede Türk Ekonomisinin ve Bankacılık Sektörünün üzerindeki olumlu katkılarını zannediyorum kimse inkar edemez. Esasen bugün İngiltere Merkez Bankası’ndan Hindistan’a, Kanada Merkez Bankası’ndan Avustralya’ya kadar birçok gelişmiş ülkede de merkez bankaları bağımsız ve özerk. Tabi ki tüm bu merkez bankaları temel politikalar konusunda kendi hükümetleri ile işbirliği ve uyum içerisinde faaliyetlerini sürdürüyorlar. Ancak para politikaları konusunda kararı kendileri veriyorlar. Düne kadar tartışılmayan bu çalışma mekanizması Sayın Başbakan’ın faiz konusunda yaptığı açıklamalarla ve özerk kurumların faydalı olduğu kanaatinde değilim sözleri ile tartışılır hale geldi. En son Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Sayın Kurtulmuş’un “-Merkez Bankası vesayeti bitmeli” sözleri ise konuya farklı bir bakış açısı getirdi. Hükümet haklı olarak yaşanacak ekonomik yavaşlamanın hesabını halk bana sorar demekte. Oysa Merkez Bankası’nın oluşturduğu para politikalarına temel göstergeleri ve enflasyon hedeflerini belirleyen hükümet. Bu noktaya nasıl gelindi bir hatırlayalım. 2009 sonrası merkezin para politikası ve Amerika’nın bol para dağıtması bizim gibi gelişmekte olan ülkelere büyük bir sermaye akışı oluşturdu. Faizler tarihimizin en düşük seviyelerini gördü. Ancak artan cari açık ve Amerika kaynaklı genişleme politikasının sona ereceği beklentileri Türkiye Merkez Bankası üzerinde bir baskı oluşturdu. Bunun üzerine birde yüksek kur artışı eklenince Merkez Bankası ocak 2014’te faizleri 5 puan birden artırmak durumunda kaldı. Artan kredi faizleri ve mevduat faizleri ise Türkiye’de iç talebin duraklamasına yatırım planlarının askıya alınmasına sebep oldu. Bu yetmezmiş gibi yükselen kur ve artan faiz oranları epeydir unuttuğumuz enflasyon denen olguyu yeniden uyandırdı. Her zaman söylemeye çalıştık; Türkiye, sanayi ve üretimi öne alan bir büyüme modeli oluşturmak zorunda. Dış borçlanma yoluyla büyürseniz cari açık veriyorsunuz. Cari açığın karşılanması paranın bol olduğu dünyada mümkünken rüzgar durduğu anda döviz açığınız oluşuyor. Dövizi tutmak için faizi yükseltiyorsunuz bu ise size duraklama dönemi yaşatıyor. Birkaç yılın kazanımlarını tekrar vermek zorunda kalıyorsunuz. Aslında faiz - kur - enflasyon ve büyüme arasında öylesi bir ilişki var ki bugün o bir kez daha ortaya çıkmış durumda. Şimdi soralım kendimize faizlerin düşmesi ya da artırılması gerekliliğinden daha ziyade ekonomi politikamız ne olacaktır. Büyümeyi artırmak mı, işsizliği düşürmek mi, cari açığı kontrol etmek mi, tasarruf oranlarını artırarak kredi hacmini düşürmek mi ya da enflasyonla mücadele mi. Bunların hepsini bir arada istemek ne derece gerçekleşebilir bilmiyorum. Ekonomiyi soğutarak nasıl büyüyeceksiniz. Faizi düşürerek büyüme rakamlarını yakalamaya çalışırken 2014 yılında tahmini 200 milyar dolar dış finansman açığını nasıl kapatacaksınız. İşsizliği düşürmek için yatırımları artırmalı bunun içinde faizleri düşürmelisiniz ancak bunun yükselen kura etkisini nasıl azaltacaksınız. Merkez Bankası önceliğini şu anda yükselen kuru baskı altına almak ve cari açığı frenlemek üzerine kurdu. Buna faiz silahını kullanarak başladı ve kur ve cari açıkta rakamlar düzelmeye başladı. Maliyet bazlı yükselen enflasyonun düşüş trendine girmesi şüphesiz faizleri de geri çekecektir. Ancak faizlerde Mayıs 2013 seviyelerine dönmemiz zor. Zaten politika faizi %4,5 olduğu dönemde piyasa faizleri % 6’nın altına düşmemişti. Benim tahminim Merkez Bankası 24 Haziran’da kullandığı 0,75 puan indirim hakkı kadar daha indirim yapabilir. Diyelim bunu 1 puan daha indirdi ve 7,75 e çekti. Şu an itibarı ile tahvil faizleri ile Merkez Bankası politika faizi arasında 0,5 - 1 puan arası bir değişkenlik var. Piyasa kendi faizini azaltmış durumda. Ancak bol para dönemi sona erdi ve enflasyon yılsonu muhtemelen % 7’nin üzerinde olacak. Ancak hükümet bir paket açıklar ve bütçe harcamalarında kesintilere gider, gelir artırıcı tedbirleri yürürlüğe sokarsa borç stoku oranı iyileşeceği için uzun vadeli faizler düşmeye başlayacak bu durum kısa vadeli faizlere de olumlu yansıyarak Merkez Bankası’nın işini kolaylaştıracaktır. 2002’de GSYH oranı % 70’lerde olan kamu borç stoku 2013’te % x35’lere gerilemişse unutmayalım bu hem hükümetin hem de Merkez Bankası’nın mali disiplinden taviz vermemesiyle oluştu. Artık cari açığa rağmen düşük faizle fonlama yaparak Türkiye büyüyemez. Bunun sürdürülebilir olması mümkün değil. Bu yüzden elimizdeki insan kaynağını dikkate alan yüksek katma değerli sanayi üretimleri ve reel yatırımlarla büyümeliyiz. Dışa bağımlı enerji politikamızı gözden geçirerek yerli kaynakları mutlaka teşvik etmeliyiz. Türkiye kaynağını sanayiden ve üretimden alan bir büyüme modeline dayalı yapısal reformlar yapmak zorundadır. Aksi takdirde bu tartışmaları uzun süre yapmaya devam ederiz.