İdeolojik anlamda ilk büyük toplantıya ortaokulda iken 1967 de Üstad Necip Fazılın “Tarihimizde Sahte Kahramanlar” konferansına katılmıştım. Ortaokulda öğrenci olmama rağmen miting, konferans nedir bilmiyor, hiç de bir ideolojiye sahip değildim. Köy çocuğu olmamız ile bizim için en büyük insan topluluğu bayramlarda ya da düğünlerde sayısı 50-100 kadar olan insanlar idi.
Rahmetli Üstad benim ilk fikri babamdı diyebilirim. Kayseri’de ki Konferansa gitmem Ankara’da lise öğrencisi olan aile büyüklerimden bir abimin bizi o konferansa götürmesi sayesinde oldu. Öyle bir heyecan vardı ki, Taş Sinemasının bulunduğu koca bina sanki yukarı kalkıyor ve iniyordu. Üstadın konuştuklarından çoğunu anlamasam da konferansın sonunda “tarihimizdeki sahte kahramanları öğrenmek istiyorsanız pulların üzerinde ki resimlere bakınız” cümlesi hiç unutmadım. Aradan yıllar geçti, üniversite tahsilim için Ankara’ya gittim. Kayseri de ortaokulda aldığım ilk aşı tutmuş, üniversite ortamında da sağ cenahta kendim gibi düşünen birkaç arkadaşla MTTB ye gitmeye başlamıştık. Heyecanla da olsa başlayan ham fikirlerimiz MTTB de olgunlaşmaya ve sinemizde pişmeye başladı.
1973 de girdiğim üniversite hayatım 5 sene ( o zamanda ziraat fakülteleri 5 sene olup mezuniyette yüksek mühendis diploması alıyorduk) sürecekti. 70’li 80 li yıllar üniversite gençliğinin en heyecanlı ve ideoloji karmaşalı dönemi idi. Senede gençlik ortalama 20 mitinge katılır, 50 protesto yürüyüş yapar, her hafta da 1-2 kavgaya katılırdı diyebiliriz. O zamanın komünistleri de sağcı gençlik kadar milli, en azından emperyalizm karşıtı idi diyebilirim. Katılımcı sayısı 100 binleri bulan mitingler çok sıkıntılı geçer, mitinglerde görev alan zamanın aynasızları (polisler için kullanılan tabirdi) oldukça vicdansız davranırdı. Hele de muhalif bir polis grubuna denk geldiniz, akşam doğru soğuk odalı kodese. Sabaha kadar cop üstüne cop, sulu-kuru dayak üstüne dayak; ertesi gün çıkarsan çok şanslı idin. Buna rağmen hiç bir ideolojik grup nümayiş ve protestolardan vaz geçmez, sonrasında aynı heyecanla tekrar ederdi.
Mitinglere için başka şehirlere de giderdik. Kırık dökük otobüslerle 14-15 saat Ankara’dan İstanbul’a, ardından 2 günlük seyahatle Malazgirt’e gittiğimi bilirim. Açlık, yorgunluk, uyku nedir de bilmezdik. O zamanın hatipleri de hatipti. Eline mikrofonu aldı mı, zannederdik Çanakkale Savaşına gidiyoruz.
Bunları neden yazıyorum. Konya’da 10 Aralık İnsan Hakları Gününde, “Filistin İçin Yürüyoruz” yürüyüşüne katılmak üzere Kılıçaslan Meydanındayım. Yarım saat sonra da mitingi düzenleyen heyet geldi. O zamana kadar moralim neredeyse sıfırdı. Yürüyüş öncesi çevrede 1-2 tur attım. Dikkatimi en çok çeken, hem de sevindiren yaşları 8-10, tamamı kızlarımızdan olan bir grubun ellerinde bayraklarla insanlık düşmanı ülkeleri protesto etmeleri ve yanlarında bebek arabaları ile katılan anneler olması. Bayanların sayıları erkeler kadar vardı. 1000 kadar kişi ile başlayan yürüyüşte son nokta Şerafettin Camii Meydanında sayısının 5 000 e ulaşması moralimi biraz düzeltse de Konya’ya yakışmadı.
Yürüyüşe sivil toplumlar başta olmak üzere şehrin üst düzey yöneticileri de katılması sevindirici oldu. Büyükşehir BB, Selçuklu hariç (mutlak bir mazereti vardır) diğer merkez ilçe belediye başkanları, eski vekillerden Ahmet Sorgun ve Ziya Ercan yanında rektörlerden sadece Selçuk Üniversitesi Rektörü Metin Aksoy vardı. Herşeyden önce katılımcı sayısı azlığı Konya gibi dünyada muhafazakârlığı ve aksiyonerliği ile dikkat çeken marka bir şehre yakıştığını söyleyemem. O zamanda A. Şükrü Kılıç’ın “Bir sloganımız vardı bizim; Konya gibi bir Türkiye özlüyoruz dediğimiz: hem hizmet, hem ideoloji yüklediğimiz” diyerek sitem ettiği yazısına hak vermemek mümkün değil. ABD ve AB de milyonların yürüdüğü yerde, burada en az 100 bin insan katılmalı ve topluca dünyaya “biz buradayız” demeliydi.
Bizim de bir sözümüz var. Dava adamı: kapı çalar kovulur, cihat eder vurulur. Davasız adam: O, makama kurulur.
Bu kutlu davaya hizmet edenlere selam olsun.