Daha az çalışarak daha konforlu bir hayat sürdürme isteği, tüm insanların temel amacı haline gelmiş durumda. Dönem şartları itibariyle böyle bir amaçtan ne kadar uzaklaşmışsak, o amaca ulaşma arzumuz da bir o kadar artmış vaziyette…
Özellikle pandemiden sonraki süreçte dünya genelinde yaşanan ekonomik kriz, bu krizin ülkemizdeki karşılığı ve belki iç dinamiklerin krizi destekleyecek bir bakış açısı sergilemesi hayat pahalılığı gibi bir neticeyi beraberinde getirdi.
Evet, her gün her şeye zam geliyor. Zam haberini almadığımız, duymadığımız bir 24 saati şu son zamanlarda yaşayamaz olduk. Hepsine kabul, hepsine eyvallah…
Ancak dananın kuyruğunun koptuğu noktaya gelince bu söylemler, işin rengi de değişiveriyor.
Son zamanlarda ve özellikle de gençler arasında çok konuşulagelen bir konu: Artık bu ülkede yaşanmaz…
Daha ne yaşadın ki yaşanamayacağına kanaat getirdin, hele bir dur bakalım.
Ya da neye dayanarak yaşanmaz bir hal aldığını söyle…
Soruyorum, ölümüsün sen, nasıl yaşanmaz, bu ülkedesin ve yaşıyorsun.
Her şeye zam geliyor, şu şu para oldu, bu bu para oldu vesaire vesaire…
Karın ağrısının temeline baktığımızda lüksünden ve konforundan taviz vermeme çabasından başka bir şey göremiyorum.
Yaşanmaz dediği bu ülkeyi daha yaşanabilir bir hale getirmenin kendi elinde olduğundan farkında bile değil. Uyutulmuş ve uykudan uyanmak bile istemiyor.
Her kriz kendi fırsatını doğurur. Oturup veryansın etmekle, bu ülkede yaşanmaz demekle sorun ortadan kalkmıyor. Çalışacaksın, gerekirse bir çalışıyorken iki çalışacaksın ki konforunu yaşayasın. Ya da konforlu hayatından vazgeçeceksin.
Bir kısım insanımız bu ülkenin yaşanmaz bir hale geldiğini söyleyerek ülkeyi terk etmek için kendine bahaneler ararken –ki hadi git desen, gidecek yeri yok- bir kısım insanlar da bizim çalışmaktan imtina ettiğimiz işlere dört kolla sarılıyorlar. Biz ‘bu ülkede yaşanmaz’ türküsü çağırırken, onlar bu ülkenin her alanında çalışıp bizden daha iyi para kazanıyorlar.
Mesela…
Sürekli göndermek istediğimiz, ülkenin kamburu olarak düşündüğümüz Suriyeliler…
Hadi hizmet sektöründe veya sanayide işveren birine gidin de sorun bakalım. Deyin ki Suriyeliler kendi memleketlerine gitsin mi? “Aman karıştırmayın, giderlerse biz iş yapamayız, çalıştıracak Türk yok piyasada, bizimkiler iş beğenmiyor” diyorlar.
Biz sırtımızda yük taşımıyoruz. Elimize kazmayı küreği alıp amelelik yapmıyoruz. Sanayideki en basit işler bile zorumuza gidiyor. Masa başı kovalıyoruz. Ama onlar çalışarak, didinerek, iş beğenmemezlik yapmayarak, bizim arzuladığımız masanın başına her geçen gün biraz daha yaklaşıyorlar.
Köylere gidin de bir bakın… Kaç tane Türk çoban görürsünüz? Alayı Afgan çobanların… Sadece çobanlar değil, artık çiftçiler de Afgan. Köydeki herkes ağa olmuş. Kimse ekiniyle tarlasıyla toprağıyla ilgilenmiyor. Afgan sağolsun, hem koyunu, kuzuyu, ineği güdüyor, hem de tarlanın işlerini hallediyor. Bizse köy yerinde bulmuşuz bir masa, başını boş bırakmıyoruz.
Yani bizim artık yaşanmaz diye veryansın ettiğimiz bu ülkede yaşamak için birileri canlarını dişlerine takıyor.
Şimdi sormak lazım kendimize.
Şayet mesele sadece iş ve çalışma koşullarıysa, bu koşullar doğrultusunda kim gitmeli bu ülkeden, kim kalmalı bu ülkede?