Grev hakkı anayasal güvence altına alınmış bir haktır. Tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmelerde de bu hak teminat altına alınmıştır. Çağdaş demokratik toplumlarda çalışma hayatını düzenleyen ve genel kabul gören evrensel ilkelerle de bu hak desteklenerek, bu hakka gereksiz ve temel hak ve hürriyetleri sınırlayan düzenlemeler kaldırılmaktadır. Ama ne yazık ki ülkemizde grev hakkı çeşitli düzenlemelerle teminat altına alınmışken yürütme organı tarafından fiili kısıtlamalara maruz kalmaktadır.
Bunun son örneğini geçtiğimiz günlerde yaşanan Birleşik Metal-İş Sendikası’nın aldığı grev kararını hükümetin “ulusal güvenlik” gerekçesiyle komik bir şekilde 60 gün ertelemesi ile gördük.
Anayasanın, yasaların, uluslararası sözleşmelerin uygulayıcısı olan yürütme organının kötü niyetli bir şekilde ve saçma bir gerekçeyle kısıtlaması ulusal ve uluslararası hukuka aykırıdır.
Gerek ILO gerekse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Mahkeme kararları ve yine Avrupa Sosyal Şartı kapsamında grevi de kapsayan toplu eylem hakkı bir insan hakkı olarak kabul edilmektedir.
Hatta çeşitli Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi siyasi amaçlı grevleri ve yasaklayan ülkemizin aleyhine çeşitli mahkûmiyet kararları vermiştir. Bu anlamda hükümetin ekonomik politikasının sosyal ve istihdama ilişkin sonuçlarını protesto eden ulusal grevin yasak olmadığına ilişkin açıklama ve grevin yasaklanması, örgütlenme özgürlüğünün ciddi şekilde ihlali niteliğindedir. Bu eylemler ancak barışçıl olma niteliğini kaybettiği takdirde kısıtlanabilir.
Ortada böyle bir durum yokken emekçilerin grev hakkının “milli güvenlik” gerekçesiyle ertelenmesi en hafif deyimiyle abesle iştigaldir. Hükümetim emekten ve emekçiden korkusudur. Emeğin gücünden olan çekinmenin yansımasıdır.
Dolayısıyla uluslararası hukuk kuralları gereğince demokratik bir hakkın kullanımı niteliğinde olan grev ve protesto eylemleri barışçıl nitelik taşıdığı takdirde ve ölçülülük ilkesine uygun olmak şartıyla yasadışı eylem olarak değerlendirilemez. Hukuk normları hiyerarşisinde ise anayasamızın 90. maddesi gereğince de uluslararası normlar ile iç hukuk kuralları arasında bir çatışma olduğu takdirde uluslararası normların dikkate alınması gerektiği tartışmasızdır. Söz konusu temel hak ve özgürlükler olunca da haliyle durum değişmeyecektir.
İşte bu noktada hükümetimizin “emeğe ve emekçiye bakışı” kendisini gösteriyor. Kıdem tazminatını yıllık bir aylık ücretten, 15 günlük ücrete düşüren; grev hakkını “ulusal tehdit” olarak gören bir hükümetten siz emeğe saygı, emekçiye saygıyı bekleyemezsiniz.
Bugüne kadar emek ve emekçi karşıtı eylem ve uygulamaları ile sürekli emekçi sınıfı ezen hükümetimizde “asgari ücretin hiç de az olmadığını” söyleyen bir çalışma bakanı, “ölmenin işçiliğin fıtratında” olduğunu söyleyen bakanlarımız varken grev hakkı elbette ulusal tehdit olur.
Teröristler adamdan sayılıp, terör eylemleri sıradan olaylar olarak yorumlanırken; emekçi kardeşlerimizin onurlu grev hakkının ulusal güvenlik gerekçesiyle ellerinden alınmaya çalışılması ne yaman çelişkidir.
Gölgesinden korkan siyasal iktidar, ne yazık ki her masum hak aramayı, her eylemi, her direnmeyi “makul” bir şekilde terör eylemi sayıyor.
Ne yazık ki bizleri temsil etmesi için meclise gönderdiklerimiz başbakanı çoban, halkı koyun yerine koyuyorlar. Ama bunu yaparken grup toplantılarında -kendi deyimleriyle- o çobanın arkasından gittiklerini unutuyorlar…
Bu sebeple de grevi ulusal tehdit sayan böylesi hukuksuz uygulamaları koyun olarak gördükleri bizlere yutturmayı marifet sayıyorlar.
Konyalı hemşehrilerimiz halkı koyun yerine koyan vekillere itibar etmemelidir. Halk asıldır onlar vekil… Bu halk koyun değildir, başbakanı da çoban değildir. Çobanlıkla geçimini sağlayan yurttaşlarımızı aşağılamak da hiç kimsenin, hele hele bir milletvekilinin haddi hiç değildir.
Yıllar önce “dağdaki çobanla benim oyum eşit olmamalı” diyen mankeni haklı olarak eleştirmiştik.
Peki şimdi… Kendini vekil yapan halka koyun diyenler karşısında susacak mıyız?