Aslında kendisini tanıyalı uzun zaman olmadı. Tanışıklığımız belki beşinci senesini bile doldurmamıştır. Elbette ki Beyşehir’deki faaliyetlerini yakından biliyor, takdir ediyor, hatta kıskanarak takip ediyordum. Onu yakından tanımaya başlamam ise Beyşehirli engelli öğrenciler ile ilgili hazırladığım “Çengelli İğne” projesini yüz yüze görüşmek için ofisinde kendisini ziyarete gittiğim güne rastlıyor. Yaşça benden büyük olduğu ve bugüne kadar Beyşehir’de yaptığı hizmetlerine saygı duyduğum için, bugün benim için bir ağabey kadar değerli. “Çengelli İğne” projesini çok beğenmesine ve hatta Beyşehir’deki engelli öğrencilere sağlayacağı katkıyı çok önemsemesine rağmen, projemin o vakitler henüz kendilerini tanımadığım derneğin bazı yönetim kurulu üyelerinin vetosuna uğradığını söyleyince çok üzülmüştüm. Bu nedenle o sıralarda bu tür gruplara destek veren Sabancı Vakfı’nın hibe desteğine başvurmayı da maalesef kaçırmış olduk. Ziyanı yok! Bu fırsat o gün için kaçmış olsa da, büyük bir heyecanla yazdığım projeyi anlatmak için yaptığım o ziyaret, bana güzel bir dost, bir ağabey kazandırdı. O günden sonra onu yakından takip etmeye devam ettim. Belki de yollarımız birbirimize duyduğumuz bu muhabbet nedeniyle daha sonraki dönemlerde defalarca kesişti. Böylece aynı sofrada yemek yemek bir tarafa, çok defa onun böldüğü, bölüştürdüğü yahut kendi elleriyle yaptığı ekmek arası sucukları, saç kavurmaları hep birlikte yediğimiz faaliyetlerin, doğa yürüyüşleri, bisiklet turları veya Beyşehir Gölü kamp etkinliklerinin peşini bırakmak mümkün olmadı. Özellikle bu vesilelerle çok defa birlikte seyahat etmek de kısmet oldu. Kendisiyle özdeşleşmiş küçük arabasında kâh klasik müzik dinleyerek, kâh Ferdi veya Orhan Baba’nın arabesk parçalarının keyfini çıkararak yaptığımız uzun yol sohbetleri esnasında birbirimizi hep daha fazla tanıdık. Dilimizde bir türkü, Beyşehir Gölü etrafını yavaş yavaş turluyorken, hiç yanından ayırmadığı fotoğraf makinesinin kadrajına neler girmezdi ki? Hiç erinmeden, üşenmeden, kar, yağmur çamur demeden işi gereği kargolarını adrese teslim etmeye gittiği yolculuklarda Tavşanlı Ada’yı, Leylekler Vadi’sini yahut yolda rastladığı bir sincabı, bir yaşlı kaplumbağayı, bir nazlı kuzuyu, bir inatçı keçiyi veya garip Kurucuovalı veya Yeşildağlı bir çobanı fotoğraflamadan döndüğü gün vaki olmuş mudur? Yok öyle! Siz, “Ben fotoğraf sanatçısı değilim” diye altını çize çize söylediğine bakmayın, Beyşehirli duayen fotoğraf sanatçılarımıza sonsuz saygı duymakla beraber, onun Beyşehir’e kazandırdıklarını nasıl yabana atarız? Her kim, nereden talep ederse etsin, eğer elinin altında, arşivinde kendisine ait güzel bir Beyşehir Karesi var ise Beyşehir için onu size çoktan feda etmiştir. Ah keşke kıymeti bilinse. Bilinse ki her makinesi olanın güzel fotoğraf çekmediği, çekemediği bir öğrenilse. Ama ben biliyorum ki bugün Beyşehir sosyal ya da görsel medyada bir parça daha fazla yer bulduysa, bugün Beyşehir kenti “Fotoğraf Sanatçıları” arasında daha fazla konuşuluyorsa, bugün Beyşehir, her hafta sonu bir doğa yürüyüşüne ev sahipliği yapıyorsa, bugün Beyşehir ve civarı Ankara, Antalya ve İzmir’e kadar bisikletçilerin güzergâhı haline geliyorsa şüphesiz pek çok kişinin bunda emeği vardır. Zamanı geldiğinde dilimiz döndükçe onlardan da bahsedeceğiz. Lakin o kişiler arasında onu en başa yazmak gerekir. Seversiniz, sevmezsiniz ben bu satırları onu sevdiğim için yazmadım. Zaten onu seviyor olmanın sebepleri bu söylediklerim değil. Ben çoğunu burada yazamadığım faaliyetleri ve Beyşehir’in tanıtılmasına sağladığı katkı nedeniyle ona saygı duyuyorum, hizmetlerine değer veriyorum. Lakin onu ben, “Hocam karnın aç mı?” diye hiç çekinmeden beni evine davet edip kuru fasulye soğan yediğimiz günlerde sevdim. Beyşehir’le ilgili araştırmalar yaparken, sağa sola koşturduğum zamanlarda “Bir ihtiyacın var mı?” diye aradığında sevdim. Ne bileyim Beyşehir’de olduğum günlerde “Hocam yarın kargo dağıtmaya gidiyorum sen de gel gezip gelelim.” dediğinde sevdim. Yani diyorum ki; resmi unvanlar, sıfatlar bir tarafa her sabah giydiğimiz maskelerimizi çıkarıp birbirimize yürekten ve içten davrandığımızda sevdim. Dostlar öyle değil midir zaten? Şu kısacık dünyada en az biriktirdiğimiz şeylerden birisi dostlarımız değil midir? Biliyorum ki onun en güzel dostu Beyşehir, onun en güzel arkadaşı ise fotoğraf makinesi. İşte ben onun fotoğrafları yüzünden Beyşehir’i her geçen gün daha fazla seviyorum. İnsanlar birbirine bunu söylemeyi epeydir unuttu. Ama ben Mustafa Ağabeyi, O, büyük yürekli dostu çok seviyorum. Yani aslında Beyşehir’e hizmet eden her kim varsa, Beyşehir’e bir çivi çakan her kim olursa, ben onu seviyorum. Çünkü ben şehrimi, çünkü ben memleketimi, çünkü ben ülkemi ve devletimi çok seviyorum. Neşet Usta diyordu ya; “Nerde bir türkü söyleyen varsa korkma yanına otur, çünkü kötü insanların türküleri yoktur.” Ben de âcizane diyorum ki: “Nerde bir doğa yürüyüşçüsü görürsen korkma sofrasına otur, çünkü doğacıların kötüsü yoktur”. Beyşehir Kültür ve Turizm Derneği Başkanı Mustafa BÜYÜKKAFALI Bey dernek yöneticileri ile birlikte, yıllardır Beyşehir’in tanıtımı için koşturup duruyor, Beyşehir’in sanatsal fotoğraflarını çekiyor, doğa yürüyüşleri organize ediyor, bunları sosyal medyada paylaşarak büyük kitlelere ulaşmasını sağlıyor, yani aslında tarihe kayıt düşüyor ama hep makinesinin arkasında kalıyor. İşte ben de bu yazı vesilesiyle tarihe bir kayıt düşmek istedim. Günü gelip bu dünyadan göçüp gittiğimizde, bugün uzaklarda da olsak, bu yazı onun, velhasıl Beyşehir’e her kim ne katarsa, her kim bir çivi çakarsa, onların çabalarının farkında olduğumuza dair küçük bir işaret olsun.