d. mehmet doğan’a
Hayat adını verdiğimiz muammayı çok defa hadiseler ve onlara yönelik tepkilerimizi biçimlendiren fikirler oluşturur. Hadise ve fikir… Bunlar zaman ve mekân gibi iki büyük unsurdan mürekkep bir değirmende dönüp dururlar. Hadiseler fikirleri, fikirler hadiseleri doğurur; nihayet bu dönüşlerin nizamından ‘hayat’ ortaya çıkar. Elbette kastettiğim ferdin değil, milletin hayatı. Yaşadığımız onca tecrübeye rağmen çoklukla unuttuğumuz hayatımızdan bahsediyorum.
İnsan, aile içinde kişilik kazanırken kimliğini ona içinde yaşadığı cemiyet verir. Yunus Emre ve Âşık Paşa’nın kend’öz dedikleri şahsiyetse (kendini bilme/tanıma anlamında) bunlardan sonra ve bunlarla beraber husule gelir. Bu demektir ki ben ve biz arasında kuvvetli bir bağ mevcuttur. Kişiliğini ve kimliğini bulmuş bir uzviyetin kemal noktası anlamında ‘ben’ ve o ‘ben’lerden meydana gelmiş bir ‘biz’… İşte aşağı yukarı iki asırdır unuttuğumuz şey bu ‘Biz’ fikridir. Bilerek duygu demedim, çünkü duygu manasında biz olmayı başardığımız çok misal vardır, fakat fikir olarak biz olamıyoruz.
Bugünkü vatanımız, Milli Mücadele’den bu yana menfi hadiseler anında gösterdiğimiz duygu birliği etrafında şekillendi ki bu tarafımızla ne kadar gurur duysak azdır. Doğal yahut değil, her türlü afette milletimizin sırt sırta verdiğini görmek için çok gerilere gitmeye gerek yoktur, yalnızca 6 Şubat Depremi dahi misal olarak yeter. Hâl böyleyken nasıl olur da fikirde birliğe ulaşmada bunca zorluk yaşıyoruz? Bu suale verilecek esaslı bir cevap yalnızca bugünümüzü değil, geleceğimizi de kurtaracak.
Merhum Gaspıralı “dilde, işte, fikirde birlik” hülyasını boşa kurmuş olmasın, millet hayatımızın muvazeneli işleyişi için ter ve kan dökenler bir hiç uğruna yaşadıkları zehabına kapılmasın; münevverinden işçisine, her bir Türk, zalimin karşısında başı dik durabilsin diye ihtiyacımız var fikir birliğine. Burada kastettiğim birliğin birbirimizle farklı düşüncelere sahip olma hürriyetini elimizden alacak cinsten bir birlik olmadığını söylemeye bilmem lüzum var mı?
Biz cetlerimiz gibi bütün bir hayatı yaşamıyoruz. İki asırdır her nesil biraz yarımdır bizde. Tamlığa ulaşmaya ne talih ne de kendimiz izin verdik. Tanpınar’ın haklı deyişiyle daima içimizden ikiye bölünmüş olarak yaşadık, yaşıyoruz.
Duygu birliği saman alevi gibi parlayıp söndüğünde geride kalan nedir? İşte bir büyük fikir (Kızılelma) etrafında birleşme tam da böyle bir anda lazım olur. Denilebilir ki tarihin hiçbir döneminde fikir birliğine varmış bir millet görmek kabil değildir. Belki bu iddia matematik bağlamında doğrudur. Fakat 13. ve 20. Yüzyıllar Türkiye’sini biraz dikkatle inceleyen birisi iddiayı yanlışlamak için hatırı sayılır miktarda veri elde eder. Moğol İstilası ve İstiklal Harbi yalnız duygu birliği ile aşılacak türden badireler değildi. Ne var ki ikincisi dahi bugünkü nesillerimiz için bir yığın olaydan başka bir şey ifade etmez. Kitaplarda kalan savaş hatıraları… Hâlbuki tarihimizin bu devrini hakkıyla idrak edebilseydik bugün çok başka bir durumda olurduk. Bırakalım sade vatandaşı, entelektüelimiz bile bu idrakten mahrumdur.
Bu tespitleri yaparken karamsar veya kötümser görünüyorsam bu yalnızca benim halet-i ruhiyemle ilgili değil, meselenin can yakıcılığıyla da ilgili. Yakın tarihimizde, namuslu her fikir adamı bu meselenin hâlli için kalem oynatmış, üstelik yanlış anlaşılma pahasına kıyasıya tenkitler yapmış, fakat her seferinde başladığımız yere dönmüşüz gibime geliyor. Elbette karamsar olmanın da haddi vardır. O had, milletimizin, şerefiyle yaşayıp bir vakit sahip olduğu haklı kuvvete yeniden ulaşacağına duyduğumuz inançtır. Büyük Yûnus, meşhur ilahisinde, “Bir dem gelir şâdân olur /bir dem gelir giryân olur” dedikten az sonra “Bir dem sanasın katredir/ bir dem taşar ummân olur” diyerek aynı inancı üflemedi mi kulağımıza? Türkiye söz konusu olduğunda ümit, ekmeğimizdir.
Bugüne dönelim. Bilim tarihçisi ve felsefeci İhsan Fazlıoğlu’ndan alıntılar yapacağım bu sefer. İhsan Hoca, bir milletin gelecek idraki yoksa tarihi de olmaz, diyor. Hakkı var, çünkü tarih, yine hocanın ifadesiyle geleceğe ilişkin yola çıkan bir milletin yolda geçmişini istihdam etmesidir. Hakkıyla idrak edilmemiş bir geçmişin bizi ele geçirmesi, üzerimizde baskı kurması, hatta bizi işgal etmesi tabiîdir. İşte çözüm bekleyen bir müşkülümüz daha. Biz fikrini zedeleyen unsurlardan biri de tarihimize bakışımızdaki sakatlıktan ileri geliyor. Her içtimai grup tarihi kendi ideolojisine meşruiyet kazandırmak için bir araç olarak kullanıyor ülkemizde. Bu hâlimiz sebebiyle tarihimizin henüz yazılmadığını bile söylemek mümkün. İnkâr-ispat, iftihar-küfür, sahiplenme-dışlama dikotomileri içinde birbirinden çok farklı tarihlerimiz var. Hakikat şu ki ortak bir tarihi olmayan bir cemiyetin millet olarak sayılması muhaldir.
İçerde yahut dışarda vuku bulan bir hadise karşısında bugünkü tepkilerimiz arasındaki uçuruma şaşmamak için yakın tarihimizde ufak bir gezinti yeterlidir. Alışkanlıklar kolay bırakılmıyor belki, fakat değişmek zorundayız. Zira bizden önceki nesiller Milli Felaket mefhumunu bizden çok başka bir şekilde tecrübe ettiler. Olup bitenler cetlerimizi sürekli bir mengeneye sıkışmış hissinde yaşattı. Bugün tarihimizi çok daha aydınlık bir biçimde görmek için ne büyük imkânlara sahibiz. İhsan Hoca’nın adını anmam tesadüf değil, çünkü bu yazının konusuna denk düşen pek çok çalışmanın bizzat içinde yer alıyor. Hoca ve arkadaşları yaklaşık yirmi yıldır Türk tarihinin –bugüne kadar dökümü çıkarılmamış- birçok bölümünü gün yüzüne çıkarıyorlar. Bu çalışmalar gösteriyor ki biz yıllardır maddi kültürü hiç bilinmeyen bir tarih üzerinde konuşup duruyormuşuz. Maddi kültür bilinmeyince ya olan biteni manevi(!) alana taşıyarak rahatlama, ya da inkâr yolunu seçtik. Türk akademisinin milletimize verebileceği en güzel hediye, bütün Türk tarihinin bilgi temelinde vuzuha kavuşmasını temin etmektir.
Tekrar etme pahasına söylemeliyim ki fikir birliğini burada bir çatı kavram olarak kullanıyorum. Bilimlerde ve sanatta alabildiğine hür düşünen insanımızın Türkiye’nin kaderine ilişkin konularda müşterek tavır göstermesi zaruridir. İçerde yahut dışarda vuku bulan hadiseler karşısında millet direnci ancak bu sayede elde edilebilir. Hem geçmişte hem bugün (şüphesiz yarın da) ateş çemberinde yaşamaya yazgılı milletimize muhtaç olduğu direnci verecek olan yalnızca siyasetçiler değil, belki onlardan da önce münevverlerdir. Kariyerleri eserlerinin önüne geçmiş, küçük hesapların adamı değil, milletinin kaderini şahsi hesaplarının üstünde tutan hakiki fikir adamından bahsediyorum.
Bu yazının son cümlelerini yazdığım sırada tam da yukarıda tarif ettiğim cinsten bir fikir adamının vefat haberini aldım: D. Mehmet Doğan. İsminin başındaki ‘D’ harfi hocası Nurettin Topçu’nun (yanılmıyorsam ‘devrimci’ anlamında) hediyesi. Mehmet Ağabey’le birkaç yıl evvel tanışmış, fırsat buldukça da sohbet etme imkânı bulmuştum. Türkiye’de ciddiyet ilan etmek gerekir, sözü onundur. Hakkını teslim etmek gerekir ki İstiklal şairimiz Mehmet Akif konusunda aramızda en ‘ciddi’ mesaiyi o harcadı. 2021 yılının “Mehmet Akif ve İstiklâl Marşı Yılı” olarak ilan edilmesinde de payı büyüktür. Genellikle yazdığı Doğan Büyük Türkçe Sözlük ve Batılılaşma İhaneti adlı eserleriyle tanınsa da kanaatimce en az onlar kadar mühim tarih çalışmaları vardır. Milli Mücadelenin Zaman Akışı, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş gibi eserlerinde İstiklâl Harbi’ni hakkıyla idrak etme çabası hemen göze çarpar. Elbette hocanın asıl hizmeti lisanımıza oldu. Hazırladığı sözlük dışında, Türkçe hakkında yazdığı yüzlerce denemesi, sessiz bir bulut gibi aramızdan ayrılan Klasik Türkçeye bir veda mektubu gibi okunmalıdır.
Yazarlık hususunda samimi teşvikini gördüğüm merhumun, ilk kitabım Zamanın Eşiğinde’ye yazdığı arka kapak yazısından bir bölüm aktarmak istiyorum. “Hadiseler karşısında Biz” olmanın önemini en veciz biçimde anlattığı için:
“Dünle yarın arasında hayat süren insanoğlu varlığını zamanın üstüne çıkarma endişesi taşır. Zamanın üstüne çıkmak, geçmişi bilmek ve böylece geleceğe uzanmak şuuru şeklinde tezahür eder. Bugünkü varlığımız asırların mirasıdır, bu mirası yok sayarak gerçek anlamda var olmak mümkün değildir.
Büyük bir kültür ve medeniyet birikiminin vârisiyiz. Miras hepimizin, kavgamız paylaşma kavgası değil, reddimiras kavgası. Reddimirasın yol açtığı ağır tahribatı görmezden gelerek de yolumuza devam edebiliriz, bu yollardan biridir. Bu, kimliksizliği seçme veya yeni ve yapma bir kimlik edinme demektir. İkinci yol mirasla kavgadır, yani onu çatışma konusu yapmaktır. Türkiye reddimirasla yetinmemiş mirasını çatışma konusu yapmıştır. Bin yıllık kültürel birikim ve medenî miras, şurasından burasından didiklenerek önemsizleştirilmiş ve böylece geçmişiyle kavgalı bir kimlik yapısı oluşturulmuştur.”
Kelâmıkibar, “Zamanı tanrı yaşar, insan ölümlüdür.” diyor. Bu yazı vesilesiyle D. Mehmet Doğan hocaya rahmet dilerim. Eserlerinin ölmemesi niyazıyla…
Not: Rahmetli büyük harf kullanmayı sevmezdi, ithafın küçük harflerle yapılması bundan.