Anlatmak ve yaşamamak. İşte bu yaşanmamışlık etki etmemiş, öğütçülük, tatbik olmayınca sadece kuru laf olarak kalmış. Ama anladım ki, başkalarına nasihat derken, farkında olmadan kendime nasihat etmişim. Tatbik olmadığında da olgunlaşmam için kendime fırsat vermemişim.
İnsanların egoları kabarır ya, bir makam sahibi olduğu ve biraz okuyarak çok şey bildiklerini sandıkları zaman. Bu egolarıdır onları sürekli konuşmaya sevk eden. Demek ki bende de öyle doyumsuz ego varmış ki, hep konuşmuşum, anlatmaya çalışmışım. Ama karşımdaki anlamadı diye kızmışım ve “lafın tamamı deliye anlatılır” diye karşımdaki insanı küçümsemişim. Oysa belki ben anlatılması gerekeni karşımdakinin anlayacağı şekilde değil de kendi bildiğimi bilmesi gerekirmiş gibi beni anlamaya zorlamaya yönelmişim. Oysa kendimi sorgulamam gerekirmiş, “ben anlatamıyorum galiba veya neden anlatamıyorum?” diye. Ya da bana anlatılan ve öğrenmeye çalıştığım şeyleri gerçek anlamda anlamamışımdır da ben anlatamıyorum diye küçümsemeden susmam gerekirmiş. Ne çok şey beklemişim insanlardan, zaman zaman ben bile kendimi anlayamazken, nasıl olmuşta insanların benim anlattıklarımı tam olarak anlamalarını beklemişim. Öğrendiğim bir şey var ki, “karşımdakinin anlaması diye bir şey yokmuş, insanın anlatabilme özelliği varmış.”
Zaman zaman hepimizde olur ya, bir kusur, bir hata gördüğümüz zaman ya kınarız ya da o insandan uzaklaşırız. Kusur olarak tabir ettiğimiz şeyler, aslında bizim sevmediğimiz şeylerdir. Belki kusur değildir, belki de öyledir. O kişiden kişiye de görecelidir. Eğer o gördüğümüz kusursa, onu insaflı bir şekilde düzeltmek için gayret göstermek gerekirmiş, terk etmeden önce. Ama sabırsızız işte. Yargılamada da insafsızız. Oysa o insanda görüp rahatsız olduğum şeyleri yargılamadan önce kendime bir baksaymışım, o gördüklerimden daha fazla rahatsız eden şeyler varmış bende. Ben onları görememişken, o rahatsızlık veren şeyleri üzerimden atamamışken veya kendimi değiştirememişken, neden başkalarının hatalarıyla uğraşmışım. Aslında bunlar benim aklıma gelseymiş, bence hoş olmayan, rahatsız olduğum şeylere tahammül etme gücü, sabır ve hoşgörü besleyebilirmişim. Bunları düşününce, önce kendimi değiştirme kararı aldım ve kimseye bir şey söyleme, kimseyi yargılama hakkım olmadığına karar verip kendimi sorgulamaya aldım.
Aslında marifet neymiş biliyor musunuz? Marifet; bir şeyi bilmek ve saatlerce anlatmakta değilmiş. Marifet; bildiğini yaşamak, bildiklerinin gereği gibi davranmakmış. Bildiğim gibi olamamışım, ham kalmışım. Bildiklerimle olmanın peşinde değil, anlatmanın peşinde olmuşum. Bildiklerim bana yük olmuş da onları anlatarak hafifleme derdine düşmüşüm. Oysa anlatmak yerine bildiklerim ve bilmediklerimi öğrenip olgunlaşsaymışım, işte o zaman hafifleyecek, rahatlayacakmışım. Ne güzel demişler, “bileni oldururlar, olana da bildirirler.”
Hakikat ve marifet.
İşte en büyük hakikat, bildiklerimle olmam ve bildirilecekleri de beklemem gerektiğiymiş. İşte gerçek marifet de buymuş.