“Nerede o eski Ramazanlar?” diye hayıflanmaya gerek var mı? Bakın işte bir Ramazan’ı daha şükürle ihya ediyoruz. Elliyi, altmışı devirenler, iç geçirerek derin bir daüssıla hasretiyle “Bizim çocukluğumuzda böyle miydi?” diye başlayan cümleler kurarlar… Daha eskilere gidenlerin ise çocukluklarına ait gözlerini parlatacak hatıraları yok. Tam tersine Ramazan bilincinin ve huzurunun en sönük geçtiği yıllara tekabül eder bu tarihler.
Minarelerden ezanın ‘Tanrı uludur’ şeklinde okunduğu, radyolarda dinî müziğe ve dinî konulara bile yer verilmediği, minareler arasına kurulan mahyaların devletin ilan panosuna dönüştüğü bir döneme güzelleme yapmadan, bir dönem gayrimüslimlerce işletilen çadır tiyatrolarındaki Ramazan ile hiç alakası olmayan eğlencelere methiyeler düzmeden, bugünün yaşayan Ramazanlara bakacağız.
Son yıllarda Ramazan sevincimizi artıran ve toplumsal anlamda büyük bir katılımla yaşanan birlikteliğe işaret etmemiz icap ediyor. Sosyal devlet olmanın gereği olarak yapılan yardımlara, Diyanet ve STK’lar tarafından yürütülen ilim ve irşad çalışmalarına, sayıları her yıl artan hatimli teravih namazlarına, içinde onbir aydan hayırlı olan Kadir’i de barındıran adı İtikaf olan “öze dönüş devrimi”ni başlatmak için yapılan yolculuklara… Güzelleme böyle bir değişime, böyle bir dönüşüme olacak, olacaksa…
Ramazan… En çok da çocuklara misafir olunca güzel oluyor. Hafızalardan hiç çıkmayan, sahurda yarı uykulu gözlerdeki manalı sevinçlerle ailece kalkılmış kutsal bir sofraya diziliş…
Gözlerini ovalarken uyuyakalmak ya da kalkıp sofrada uyumaya devam etmek… Çoğu zaman yüzünü bile yıkamadan oturmak, sofraya. Ne yediğini nasıl yediğini bilmeden atıştırmak ve tekrar soğumadan yatağını, el yordamıyla bulmak... Oruca zor başlansa da “oruçlu olmak” ertesi gün mahallede itibar meselesi…
Çocuk olup da orucuna müşteri aramayan var mı aramızda? Tekne orucu tutup da melekleri sevindirmeyen? Çocuğun dünyasında akşam iple çekilir. Öğlen iftar edilse de akşam olunca herkesten önce sofraya oturup gündüzden hazırlanan çeşit çeşit iftarlıkları önüne dizip elindeki çatal kaşıkla ezan beklemek vardır mutlaka, hayatımızın bir Ramazan’ında… Bundandır ki çocukların en mutlu oldukları zamanlar, Ramazan geceleridir. İftarın en güzel hatıraları ise, misafirliklerde akranlarla paylaşılan vakitlerdir. Sırf Ramazan gecelerine mahsus oyunlar, eğlenceler vardır onların dünyasında.
Bizim çocukluğumuzda Konya’da, Alaadin’den ve Köyceğiz’den atılan topla açılırdı oruçlar. 1980’li yıllarda Köyceğiz’e her gidişimizde bugün belediye bahçesinde sergilenen topun, çul çaput ve barutla dolduruluşunu merakla ve manilerle izlerdik: “Ha topum ha, güm diyivir, iccak mamaları ham diyivir!..” Topun başındaki görevlinin bismillah diyerek fitili ateşlemesiyle, bir nefeste tepeden inişe geçer, büyükler camiden çıkmadan sofradaki yerimizi alırdık.
Tüm çocuklar gibi, teravih namazının yarısında kaçıp cami etrafında yaramazlık düşünmek de çocuk olmanın kodlarında var. Sıcak yaza rağmen ayağından mesti çıkarmayan Osmanlı artığı adamların kara lastiklerine su doldurmak, gözlerinden alev saçan çocuk düşmanı amcaların ayakkabılarını saklamak, bastonlarını bahçeye dikmek, çocukluğumuzun Ramazan hatıraları arasında kaldı…
Bugün de teravihlerden eğlence çıkarıp namazda gülüşen, ihtiyarların camiden kovaladığı, ama yine de camiye küsmeyen çocuklara bakınca, çocukluğun hep aynı kaldığını anlıyor insan, zamanlar ve mekanlar değişse de…
Güzellikleri ıskalamamıza ve görmezden gelmemize sebebiyet veren şey, alışkanlıklarımız… Kolay ele geçen ve sıkça yenen her şey en güzel en pahalı lezzet de olsa değerini yitiriyor… Ramazan ayı o sebeple değerlerin değerini yeniden keşfetme ve fark etme mevsimi...