1 Kasım 1928’ e doğru giderken harf ve dil tartışmaları gerek nicelik, gerekse nitelik bakımından hissedilir derecede artmıştır. İlim adamları, edebiyatçılar, dilciler, gazeteciler, askeri ve sivil bürokratlara kadar neredeyse eli kalem tutan herkesin öncelikli gündemi oluvermiştir harf ve dil meselesi. İstiklal Savaşı’nın galibiyetle neticelenip, cumhuriyetin kurulmasıyla başlayan görece rahatlık döneminde konu bir taraftan anketler yoluyla gazetelerde, diğer taraftan kongrelerde tartışılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda, 1926 yılında Bakü’de toplanan Türkoloji Kongresi’nden bahsetmem icap eder. Kongre, terimler (ıstılahlar) konusunda önemli bir karar almıştır. Karara göre; bundan böyle ilmî terimlerin kullanılmasında Arapça ve Farsça lügatler değil, Avrupa dillerindeki lügatler esas alınacaktır. Ayrıca kongre, bu amaçla bir dil encümeninin kurulmasını da teklif etmiştir. Avram Galanti, “Bakü Türkoloji Kongresinin Gayrı İlmî Bir Kararı” başlıklı yazısında, kongrenin aldığı kararların ilmî değil, siyasi olduğunu; İkinci Meşrutiyet sonrasında lügat ve lisan konularında oldukça önemli çalışmalar yapıldığını, yalnızca bu dönemde dilimize on binden fazla yeni terim girdiğini söylüyordu. Ayrıca, İspanyolca konuşan Türkiye Musevilerinin dili altı bin kelimeden ibaret iken, bunların iki bin beş yüzünün Türkçe kelimelerden oluştuğunu; Türkçe ’den Sırpça ’ya geçmiş sekiz yüz kelime olduğunu ve Türkçenin aynı kuvvetle Yunanca, Ermenice, Arapça, Bulgarca, Arnavutça ve Romence üzerinde de etkili olduğunu yazıyordu. Galanti, “Ben, lisanımızın Türkçeleştirilmesine taraftarım” diyor ve fakat şimdiki durumda Türkçe’nin bir terimler lisanı olmaya hazır olmadığını, dolayısıyla o zaman gelinceye kadar Arabî ve Farisî terimlere muhtaç olduğumuz gerçeğini görmemiz gerektiğinden bahsediyordu.
Aynı yıl, bu sefer İstanbul Türk Ocağı Konferans Salonu’nda, Türk edebiyatı tarihi için oldukça önemli bir konferans gerçekleştirilmişti. Konferansın önemi konferansçının kimliğinde gizliydi: Darülfünûn Türk Edebiyatı Tarihi Müderrisi Köprülüzade Mehmed Fuad Bey. Onun söyleyecekleri, meselenin aydınlığa kavuşması için son derece mühimdi; zira alanının tek otoritesiydi. Fuad Köprülü, sorumluluğunun farkında olarak meseleye ihtiyatla yaklaşmıştır. Önce Türkler’in Orhun, Uygur ve Arap yazılarını niçin aldıklarını izah etmiş ve Latin harflerinin alınmasıyla ortaya çıkabilecek bir takım sorunlara işaret emiştir. Çünkü “Bir milletin mevcudiyeti hem ileriye bakmak, hem de gerisini ihmal etmemek” düşüncesindeydi. Hocaya göre Latin harflerinin kabulü meselesi yalnızca tarihi ve kültürel bir mesele değildi. Ekonomi ve eğitim de dâhil olmak üzere pek çok alanda geri döndürülemez sonuçları olacaktı. Yalnızca ekonomik sebepler bile bu teşebbüsü akamete uğratabilirdi ona göre. Ayrıca Türklerin on üç asırlık yazılı bir edebiyata sahip olduklarını ve bu dönemin büyük bölümünün de Arap harfleriyle yazıldığını hatırlamak gerekir. Fuad Köprülü’nün bu konuyla ilgili verdiği bir örnek ilginçtir: Türkler, Uygur elifbasını terk edip Arap harflerini aldıkları zaman bugüne nispetle oldukça iptidai bir edebiyata sahiptiler. Buna rağmen Uygur harfleri uzun zaman ortadan kalkmadı ve kullanılmaya devam etti. Latin harfleri kabul edilmeden önce bütün bu sosyal ve tarihi zaruretlerin hesap edilmesini tavsiye etmiştir.
Cenap Şahabettin o kadar ihtiyatlı değildir. Ona göre, yeni harf ilavesi ve bazı işaretlerin eklenmesiyle yapılacak bir değişiklik de yetersizdir. Arap harfleri ve Arap harekeleriyle Türkçe yazmak en baştan tutulmaması gereken bir yoldu. Benzer bir görüşü Hüseyin Cahit Yalçın da dile getirmişti aynı yıllarda:
“Biz memleketteki ümmîliği azaltamayız. Çünkü harflerimiz buna manidir. Çocuklarımız mekteplerde üç sene, dört sene çalıştıktan sonra da doğru okuyamazlar. Çocuklarımız değil, hiçbirimiz her kelimeyi doğru telaffuz ettiğimizi iddia edemeyiz.
(…)Bizi şimdiki harflere rapteden şey nedir? Bu harfleri kullanmak için hiçbir mecburiyet-i dinîye yoktur. Milli harflerimiz de değildir.”
22 Eylül 1923 tarihli Resimli Gazete’ de yayımlanan bu yazıda Hüseyin Cahit Yalçın düşüncelerini ‘en lüzumlu tedbir’ diye nitelediği Latin harflerinin kabulünden yana olduğunu söyleyerek bitiriyordu.
Tartışmalar ilerlerken Akşam Gazetesi, 28 Mart 1926 tarihinde bir anket yayımlar. Devrin önemli yazar ve ilim adamlarına yöneltilen tek soru vardır: Latin harflerini kabul etmeli mi, etmemeli mi? Ankete katılan ve Latin harflerinin kabul edilmesini istemeyenler arasında Halid Ziya Uşaklıgil, İbrahim Alaaddin, Muallim Cevdet, Ali Ekrem, Necip Asım gibi isimlerin yanı sıra Macar Profesör Gombotes Zoltan da vardır.
Katılımcılar arasındaki en radikal görüş İbrahim Alaaddin Gövsa’ya aittir. Gövsa, Latin harflerinin kabul edilmesi yerine doğrudan yabancı bir dilin, yani milli dilin yanında ikinci bir dilin kullanılmasını teklif etmişti. Medeni milletlerin, komşu milletlerin dillerini öğrenmek gibi bir özellikleri bulunduğundan bahsediyordu. İkinci bir dili kabul etmenin milli hisleri gevşetmeyeceğini, aksine takviye edeceğini söylüyordu. Gerekçe olarak öne sürdüğü görüş ise vatan ve millet hislerinin bu millete en fazla yabancı dil bilenler tarafından telkin edildiği tespiti idi.
Necip Asım ise okuryazarlığın azlığına sebep olan şeyin harfler değil mektep ve muallim eksikliği olduğunu dile getiriyordu. Yazıda sesli harfler gösterilemediği için zorluk yaşandığı muhakkaktı. Fakat yeteri kadar mektep ve muallim yetiştirmeden hangi alfabeyi kullanırsak kullanalım sonuç değişmeyecekti ona göre.
Macar İlim Akademisi üyelerinden, Macar dili müderrisi ve Avrupa’nın en büyük dil âlimlerinden biri kabul edilen Gombotes Zoltan, kurulacak olan dil encümenine bazı tavsiyelerde bulunmuştu:
“Evet!... Bu yazınız bugün son derece fenadır. Fakat bunu tekâmül ettirerek medeni bir yazı yapmak hem mümkün hem de kolaydır. (…)Türk dilinde kaç ses vardır? Bunu tespit etmek lazımdır. Bundan sonra bu seslerin adedince de harf yaparsınız. Elinizde Arap harflerinin birçokları fazladır. Siz Arapların harflerini kendi dilinize göre değil, aynen kabul etmişsiniz. Binaenaleyh bunların içinden fazlalarını (mesela ‘ayın’ harfini hiçbir Türk bir Arap gibi telaffuz edemez. Çünkü Türkçe ’de böyle bir ses yoktur. Her Türk onu ‘ha’ sadasıyla söyler.) atınız. Bu harflerinizin şekillerini mümkün mertebe basitleştiriniz. Yani başta, ortada ve sonda başka başka şekillerde değil, yalnız bir şekilde bulunsun.”
“Modern Türk edebiyatı bir medeniyet krizinden doğar.” Tanpınar’a ait bu cümle aynıyla pek çok alana teşmil edilebilir. Tanzimat’tan bu yana dil konusunda da benzer bir kriz söz konusudur. Eski-yeni, doğu-batı, ümmet-millet gibi birçok ikili düşünce biçimi dilde, sadeleşme-mevcudu muhafaza etme düzleminde kendisini gösterir. Modern Türk düşüncesinde artık hiçbir konu yalnız kendi koşulları içinde tartışma zemini bulamayacaktır. Harf ve dil tartışmaları da sonuçta siyasi ve toplumsal birtakım önyargıların gölgesinde kalmaya mahkûm olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk, cezri kararını vermeden evvel hiç şüphesiz bütün bu tartışmaları takip ediyordu.
…