Sazıyla, sözüyle, fotoğrafları ve türküleriyle bir memleket aşığı olan Yörük Bayram Kabadayı Ağabey, Ramazan öncesinde bir sohbetimiz sırasında: “Hocam sizinle Hasan Dağı’nda Yardı Yaylası Yörüklerine yaptığımız ziyareti geleneksel hale getirelim. Geçen sene olduğu gibi bu sene de Ramazan ayında Yörük kardeşlerimizi ziyaret edelim” diye bir teklifte bulundu. Açıkçası ben de geçen sene yapmış olduğumuz ziyaretten aldığım keyif nedeniyle tekrar böyle bir ziyaret yapmak için fırsat kolluyordum. Bayram Ağabey’in teklifini hiç nazlanmadan kabul ettim. Nihayetinde konuşup, sözleşerek Ramazan’ın son haftasında sahurdan hemen sonra yola çıkıp, sabahın erken saatlerinde Hasan Dağı'nın eteklerinde Yardı Yaylası'na ulaşmayı hedefledik.
Gani gönüllü Bayram Ağabey, ziyaretimizin gereğini, bir gün önceden yerine getirdikten sonra, harekete hazır olduğunu ifade edince, sabahın erken saatinde yola koyulduk ve önceden planladığımız gibi, erkenden Aksaray’a ulaştık. Haziranın ortasında olmamıza rağmen havanın soğuk ve kapalı olması bizi biraz düşündürmüş, hatta Aksaray’dan Helvadere istikametine döndüğümüz halde sislerin ve bulutların kapladığı Hasan Dağı’nı hâlâ görememiş olmaktan da hayli tedirgin olmuştuk. Dağın en güzel göründüğü yerlerden birisi olan Karkın Köyü’ne ulaştığımızda dahi, Hasan Dağı’nı esir alan sisler çekilip gitmemişti. Yemyeşil bağlar, bahçeler ve güzel köylerin bulunduğu bu güzergâhta, fotoğraf çekilecek, ziyaret edilecek pek çok mekân olmasına rağmen, zamanımızın darlığı ve havanın azizliği nedeniyle bu heveslerimizi başka seferlere tehir edip Hasan Dağı yolundan ağır ağır ilerlemeye devam ettik. Gece boyu yağış aldığı anlaşılan bu güzergâh boyunca, bağlarına ve bahçelerine çalışmaya giden Helvadereli köylüleri selamlayıp, hal hatır sorup dualarını alarak gittikçe yoğunlaşan sisin altında Hasan Dağı’na ulaşmaya çabalıyorduk. Yol boyunca, arada türküler mırıldanıyor, kâh geçmişe gidiyor, kâh günümüzü konuşuyorduk.
Sohbet sırasında Bayram Ağabey’den Hasan Dağı Yardı Yaylasındaki Yörük kardeşlerimizin içinde bulunduğu zor şartları dinlemiş ve onları yerinde ziyaret etmek için epey sabırsızlanmıştım. Zirveye doğru yol alırken, zaman zaman görüş mesafesi iyice düşüyor, soğuk havanın da etkisiyle içimiz titriyordu. Ancak, niyete aldığımız gibi, hiç tereddüt etmeden yolculuğumuza devam ettik. Neyse ki bir süre sonra, zirvesindeki karların güzelliği ve heybeti ile bulutlara baş kaldıran Hasan Dağı göründü. Zirveyi gördükten kısa bir zaman sonra, Karkın köylülerinin yaylası olan Yardı’ya ulaşmıştık. Yaylanın altında bulunan yola arabamızı park edip, obanın bulunduğu alana doğru yavaş yavaş yol alırken, uzaklardan ayak seslerimizi duyan çoban köpekleri ortalığı inletmeye başlamıştı bile. Köpeklerden bir parça korkan birisi olarak, açıkçası onların heybeti ve gürlemeleri karşısında hayvanların bile tanıdığı Bayram Ağabey’e biraz daha yaklaşıp, onun yamacında, yaylaya doğru tırmanmaya başladım. Aslında dağlardan çok uzak olmayan ve sıklıkla doğa yürüyüşlerine katılan bir kişi olarak yaylaya doğru yaptığım bu yolculukta üzerimde müthiş bir ağırlık hissetmiştim. Kim bilir bu ağırlık, belki Yörük kardeşlerimizle buluşmanın verdiği bir heyecan, belki de anne ve babası obalarda büyüyen, bir Yörük çocuğu olarak özüme doğru yaptığım yolculuğun sorumluluğundandı. Bu düşüncelerle gözlerimin islendiği dakikalarda, sisli Hasan Dağı’nın eteklerinde köpek sesleri arasında yürürken, Yörüklerin çadırları ve damlarını görür görmez bir kuş gibi hafifledim. Bayram Ağabey, çadırları görünce, uzaktan Yörüklere ünlüyor, anaaa, teyzeeee, abaaa diye bağırarak çadırların içerisinde günlük işleriyle uğraşan Yörük kadınlarını çağırıyordu.
Çok geçmeden her çadırın girişinde asılı, kilimler açıldı. Daha önceki ziyaretlerinden dolayı, bu çevrede bayram kabadayı ağabeyi tanımayan yoktu. Hangi dama, hangi çadıra girerseniz girin, “Ooo Bayram Abi hoşgeldin diyen” teyzelerle karşılaşıyorduk. Bayram Ağabey, emanetleri teslim ederken, bir taraftan da onlarla tatlı tatlı sohbet ediyordu. Bu manzaralar karşısında şaşkınlığımı gizlemeye çalışırken, çadırın önünde soğuk altında yağmurun çamurun arasında yalın ayak oyun oynayan çocuklar gözüme ilişiyor, yanakları al al olmuş çilli yüzlerini buruşturup güneşin etkisiyle kavrulmuş kollarıyla burnunu silen çocukları izliyordum. Bir kız çocuğu babası olarak ben, o küçücük sarışınlarla, sohbet etmek için can atarken, onlar, her sorumda ürkek bakışlarıyla annelerinin eteklerine veya çadırlarının içlerine kaçıyordu. Buraların Yörük çocukları da yeni doğmuş kuzu ve oğlakları gibi ürkekti. Neden sonra isimlerini teker teker öğrendiğim, dünyanın en güzel çocuklarıyla bir sohbete koyuldum.
Küçücük masmavi gözleri, al yanaklarıyla Füsun’u mu anlatsam, yaylada kaldığım 2-3 saat boyunca kolumu bırakmayan Mecbure’den mi bahsetsem, hemşire olmak isteyen Şerife’den mi Emine’den mi bilemiyorum. Sanki hepsi, aynı bakışa, aynı göze, aynı yüze ve neredeyse aynı talihe sahip bu Yörük balalarının masumiyeti ve ürkekliğine tezat, erkek çocukları kurt gibi gözü pek delikanlılardı. Dokuz yaşındaki Ahmet'le, on yaşındaki Metehan’la 14-15 yaşlarındaki Tolga ve Furkan'la epey sohbet ettik. Hayatları mütevazı olan bu çocukların hayalleri de mütevazı idi. Hangi kıza sorarsan hemşire, hangi oğlana sorarsan öğretmen olmak istiyor ve her cevap sonrasında mahzun bir gülümsemeyle başlarını öne eğiyordu. Ya anne ve babaları, hemen hemen hepsi mübarek ramazan ayında oruçlarını tutuyor, yaşadıkları ortamın zorlukları, sıkıntıları, problemleri ve yokluklarına inat, "Allah vatana, millete ve devlete zeval vermesin" diye sürekli dua ediyorlardı. Çadırdaki sohbetimiz sırasında, Bayram Ağabey muhteşem fotoğraflarını çekmeye koyulmuşken, ben de bir taraftan Yardı Yaylası’ndaki çocukların hayallerini, hayatlarını, duygu ve düşüncelerini dinliyor, bir taraftan da Anamas Dağı'nın eteklerinde Kızoluk, Genek ve Çataloluk gibi yaylalarda yaşamış anne ve babamın çocukluğunu arıyordum.