Sıcaklar, sıkıntılar ne zaman dayanılmaz bir hal alsa, Konyalı şair mütefekkir merhum Ali Ulvi Kurucu’nun hatıratında aktardığı şu olay aklıma gelir, gülümserim:
Henüz evlenmemiş genç Ali Ulvi, bir gün Medine’deki evlerinden öğle namazı için Mescid-i Nebevi’ye çıkarken, annesine dışarıdan bir şey isteyip istemediğini sorar. Annesi “Bir ihtiyaç yok oğlum” der.
Hava fena halde sıcaktır. Namazdan dönünceye kadar sırılsıklam olmuştur Ali Ulvi; bir duş alır, öğle uykusu için kıyafet değiştirir. Tam yatağına uzanacağı sırada annesi içeriden seslenir: “Oğlum, ekmek lazım!”
İçten içe annesine sinirlenir Ali Ulvi. “Be mübarek kadın” der, “Namaza çıkarken söyleseydin bunu. Üstelik sordum sana!” Kalkar, yeniden giyinir, mahallelerindeki ekmekçiye gider.
Ekmek yapan usta, 70’li yaşlarda bir ihtiyardır. Müthiş sıcağın altında, kızgın fırının başında çalışmaktadır. Ali Ulvi, adamın halini biraz seyrettikten sonra, ekmek hazırlanırken sohbet açmak için “Hava da ne kadar sıcak, değil mi efendim?” der. Fırıncı bir yandan ekmeği yapmaya devam ederken, gülümseyerek Ali Ulvi’ye bakar. Cevabı, bilgelik ve tevekkülle yoğrulmuş iki kelimeden ibarettir: “ÖYLE DİYORLAR”
George Orwell’in 1984 romanında olduğu gibi hayatımızın her yerinde bizi gözlüyorlar. Hizbimiz, grubumuz, cemaatimiz nasıl düşünmemiz, nasıl davranmamız, nasıl hissetmemiz gerektiğini söylüyor durmadan. Bize istikamet çizenler hep “ÖYLE DİYORLAR”
Bir de bakıyorsunuz dostlarınızla, düşman bildikleriniz aynı şiirin mısralarını birlikte mırıldanıyor, aynı şarkının notaları eşliğinde dans ediyorlar. Çünkü ortak hüzünlerimiz, sevinçlerimiz, aşklarımız, tutkularımız, heyecanlarımız omuz omuza verdiğimiz destansı öykülerimiz var.
Ne var ki dünden bugüne, aynı türkünün, aynı şarkının nameleri altında toplandığımızı unutuveriyoruz. Halil Cibran’ın deyişiyle kulağa gelen müzik tekse de, onu oluşturan notalar farklı, ancak notaların farklı olması, müziğin güzelliğini gölgelemiyor.
Asıl sorun, başkalarının kelime ve kavramlarıyla düşünüp konuşmaktan kaynaklanıyor. Müslüman kimliğini üst kimlik kabul edip Türklük ve Kürtlük meselesini alt kimlik üst kimlik meselesi olmaktan çıkardığımız zaman, 150 yıldır bitmeyen “sorunlar”ın birer birer çözülmeye başladığını göreceğiz. Veda Hutbesi’nde Efendimiz’in bize çizdiği çerçeveye yeniden bakmakta yarar var.
Osmanlı’yı 600 yıldan fazla ayakta tutan kimlik “Türk” kimliği miydi? İdeolojilerine iman edenler, ne yazık ki bu gerçeği anlamak istemiyorlar. Bu toprakların mayası da hamuru da İslam’dır. İslam’ı üst kimlik olarak kabul ettikten sonra alt kimlik ne olursa olsun, ister Şafii, ister Hanefi, ister Nurcu, ister Alevi olunsun, kim kendisini nasıl tanımlarsa tanımlasın Konyalılar’ın deyimiyle dip sedirde yeri olacak.
13 yılın iktidar yolculuğunda misafiri, kimliğine bakmadan dip sedire, yani VIP köşeye buyur edenler, doğrusunu yaptılar. Hem “Aleviler”, hem de “Sünniler” hem de diğer meşrepler, hem Türkler hem Kürtler bu ülkenin emniyet sübabıdır dersek, asıl işte o zaman devlet olarak “hakemlik” misyonumuzu yerine getirmiş olacağız.
Sivil toplum unsurlarından birini övüp, diğerlerini görmemek ciddi manada bölücülük doğuruyor. Ulus-Devlet’in 90 yıllık milliyetçiliği, kabul edin veya etmeyin başta Kürtler olmak üzere farklı etnik unsurların inkarı üzerine bir söylem ve eylem geliştirmiştir.
“Kanı kanla yumazlar, kanı su ile yurlar” prensibinden hareketle inkar politikalarını sona erdiren, adı ne olursa olsun “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” bildiğimiz, bilmediğimiz tüm başlıklarıyla hayata geçirilip, kökü dışarıda örgütlere ve siyasi temsilcilerine rağmen Kandil’in ve İmralı’nın inisiyatif kullanamayacağı şekilde tamamlanmalıdır.
George Orwell “Sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçekleri söyleyebilmek devrimci bir eylemdir” der. Muhataplarımız yalanlar ve ihanetlerle karşımıza çıkıyorsa, biz yine de gerçekleri konuşmaya devam edelim…
Sıcağa aldırmadan… Barış ve kardeşlik için, durmak yok, yola devam…