Ölümle burun buruna gelince ağır ilaçlar veriyorlar. Ağır ilaçlar önce uyutuyor sonra uyanıyorsun! Geçmişin yok. Veri tabanı bomboş. Bilinç kaybı yapıyor. Dışardan bakınca çok eğlenceli gözükebilir. “Her şeyi unutmak ne güzel olurdu” diye düşünebilir insan; kafayı resetlemek. Öyle değil işte.
Yaşamayan bilemez. Dünyanın en ağır sorusudur: “-Kimim ben?” bu sorunun cevabını buluncaya kadar yaşadığınız tam bir panik halidir. Boşlukta asılı kalmak gibi. Biri gelse tutup bir yere oturtsa istersiniz. “-Korkma, ben seni tanıyorum, kim olduğunu biliyorum,” desin istersiniz. Aynaya bakınca şaşırır kalırsınız: “ Bu da kim !?”
“İngiltere Kraliçesi’sin” diyene de “-Sen bir çaydanlıksın” diyene de inanmaya hazırsınız. İyi kötü biri olmak, hiç kimse olmaktan iyidir. Onlarca yıldır yaşadığınız yeryüzü bile yabancı gelir. Burası da neresi? Sanki ayda yaşıyormuş da yanlışlıkla dünyaya düşmüş gibi.
Varlıkla yokluk arasında ince bir çizgi var; bir varsın bir yoksun.
Akılla delilik arasında da ince bir çizgi var. Tek dert delirmek olsa iyi. Vicdanı olup onu kullanmayana “vicdansız” diyoruz. Aklı olup onu kullanmayana da akılsız diyor Kuran.
Peki, suçla masumiyet arasındaki çizgi… o da mı ince. Kimse siyah ya da beyaz değildir. Tamam. Orda eşitiz. Ayırıcı nokta neresi. Suça gösterdiğimiz tepki.
“Evet, bu gerçekten suç, ben gerçekten suçluyum” diyen
“-Hayır, bunun neresi suç, tabii ki pişman değilim?” diyen. Pişmanlık duyan- pişkinlik duyan.
Pişmanlık duymayan aynı suçu tekrar tekrar işler.
Bir belgeselde görmüştüm. Bir kaplan nehir kenarında çamaşır yıkamakta olan bir insanı yedi. Yerli halk işi gücü bıraktı. O kaplanı aradı, buldu, yok etti. Belgeseli çeken sordu “- buna gerçekten gerek var mıydı?” cevap enteresandı. “-O, artık insan etini tanıyor, her acıktığında yiyecek insan arayacak”
Yoğun bakımdan çıkan insanların anlattıkları mesela: Sesleri duyuyorum. Konuşulanları anlıyorum. “Öldü” diyorlar. ”Hastayı kaybettik” Gözlerimi açamıyorum. Ama ışığı algılıyorum. Konuşamıyorum. Konuşabilsem “-yaşıyorum, ölmedim” diyeceğim. Diyemiyorum. “Hala hayattayım, ama birazdan öleceğim sanırım, solunum yapamıyorum!” Neden sonra hepsi kesildi. İç sesim, dışarıdaki sesler. Işığı da algılamıyorum. O yoğun koku: batikon. Hepsi kesildi. Yeryüzünden uzay boşluğuna fırlatılmış gibi.
Sonra ecelin kıyısından dünyaya dönüş. Etrafındakilere defalarca “ben öldüm mü?” sorusunu sordum. “hayır, ölmedin” diyenlere inanmadım. Dönüp başkasına sordum :”-ben öldüm mü?”
İnsan bilmediği şeyi tanımlayamaz. Hani buna ÖYD diyorlar ya (ölüme yakın deneyim) Bu belki de ölüm değil, ölüm sandığımız şeydi. Gerçek ölümün neye benzediğini ne bilmek ne de tahmin etmek mümkün değil. Meryem Suresi 98: “onlardan nice toplumları yok ettik. Şimdi bunlardan hiçbirini görüyor, yahut derinden bir inilti olsun işitiyor musun?”
Belki ölüm anı bu kadar net değil.
Adamın biri atıyla yol alırken bir kapının önünde durur. Kapıdaki bekçi: “sen buyur gir, at giremez” der. Adam ısrar eder “atımı almazsanız ben de girmem”
Bekçi demiş ki: “beyefendi öldünüz, şu kapısında durduğunuz cennet. İnsan girebilir. Atları almıyoruz.” Meğer adam atıyla yol alırken ölmüş, haberi yok.
Bu hikâye de zan, birinin hayal dünyasına ait. Giden hiç kimse dönüp anlatmadı neye benzediğini ölümün. Bildiğimiz en net gerçek : öleceğiz, bir sebepten öleceğiz. İsra suresi 52: ”sizi çağıracağı gün, O’nu överek çağrıya uyacaksınız. Ve dünyada çok kısa bir süre kaldığınızı sanacaksınız.”
Kim olduğunu unuttum bir adam anlatmıştı. On üç yaşlarındaki bir kız çocuğu kanser olmuş. Durumu ağırlaşınca sormuş: “ölüm neye benziyor, korkunç mudur” adam çocuğu rahatlatmak için “korkacak bir şey yok, en sevdiğin kişi çıkar gelir, “hadi gidelim” der birlikte çok güzel bir yolculuğa çıkarsınız.” demiş. Bir hafta sonra çocuk vefat etmiş. Adam başsağlığı için gitmiş. Çocuğun annesi: “siz o gün ne konuşmuştunuz bilmiyorum, çocuk öldükten bir gün sonra rüyama girdi, size şunu söylememi istedi : - “Ona söyle, hiç anlattığı gibi değilmiş. Çok daha güzelmiş”.
Neden “ hiç kimse olmak” bu kadar panikletiyor. Bilinç gidince bilinç altı devreye giriyor, insanı o yönlendiriyor. Peki bilinçaltı ne yapmaya çalışıyor.
Bilinçaltında ana kod “hayatta kal, önce güvenli alana geç”. O zaman gerçekçi bir güvenli alan tanımlamanız gerek. Nedir güvenli alan. Bilinçaltının tanımladığı güvenli alan ”ev”. Bilinç düzeyinde güvenli alan tanımı farklılaşıyor. Anadoluyu gezenler bilir, nereye gitseniz kale, kaleler. Eski çağlardaki en güvenli alan. Şimdiki güvenli alan da güvenlikli siteler.
Medyen halkı için güçlü, zengin kalabalık bir gruba ait olmak, güvenlidir. Ya da menfaatlerini koruduğun kadar güvendesin.
Medyen halkı ölçü ve tartıda hile yapıyordu. Çünkü erdemin, hak yemeden yaşanan bir ömrün, vicdani tatmin ve manevi huzurunu maddiyata değişmişti. Güç odaklı düşünenler doğruluğu zayıflık gibi görüp gösterirler.(K. Gürger)
Hz. Şuayb dedi ki: “ -Ölçeği ve tartıyı hakka tam uygun yapın. İnsanlara mallarını, haklarını eksik vermeyin. Bozgunculuk yaparak ortalığı birbirine katmayın. Eğer inanıyorsanız sizin için hayırlı olan Allah’ın bâkiyesidir. Ben sizin koruyucunuz değilim.”
Kavmi Hz. Şuayb’ı dinlemedi, mallarını istedikleri gibi kullanacaklarını söyledi.- “Yanındakiler olmasa sana kötülük ederiz” dediler. Hz. Şuayb şöyle dedi: ”Allah’tan korkmadınız da yanımdakilerden mi korktunuz. Elinizden geleni yapın.” (Hud Suresi, 91,92,93)
Güvenli alan nedir? Vatanın, memleketin, semtin, evin, ailen. Ne bir kavmi ne vatanı ne de ona inanan insanlar. Bunların hiçbirine sahip olmayan insan. Hz. İbrahim. “İbrahim tek başına bir ümmetti” (Nahl, 120)
Güvenli alan, başka bir ifadeyle “kaçacak yer.” Yevmeizin eynelmeferru. (Kıyamet Suresi, 10)
“Ve sen, Rabb’inin Kitap’ından sana vahyedileni oku! O’nun kelimelerini değiştirecek yoktur. O’ndan başka sığınılacak ta bulamazsın.”
Esenlik ve barış dileklerimle.