Binlerce keçi ve oğlağın en yüksek perdeden ve aynı anda meleyişiyle ortaya çıkan gürültü, yeri göğü inletiyordu. Bizim keçileri de her gün komşumuz Emine Abla sağıyordu. Akşama doğru Ilkı Yerinde sağım bitmiş, binlerce oğlak ayrı tutulduğu derme-çatma yerden salıverilmişti. Yaklaşık 20 saattir annelerinden ayrı kalmış olan oğlaklarla annelerinin buluştuğu o an, gerçekten görülmeye değer, mahşeri andıran bir görüntüydü.
O zamanlar henüz ilkokula gidiyordum. Ben gitmesem de Emine Abla bizim keçileri de kendi ailesinin keçileriyle birlikte bize sağıveriyordu. Yine de annem beni Emine Ablaya yardım etmem için, onunla birlikte gönderirdi. O gün sağım bitmiş, sağılan sütleri güvenli bir yere yerleştiriyorduk. Keçilerden biri sürekli onun çevresinde dolanıyordu. “Bu keçi seni çok seviyor galiba” dedim. “Hepsi sever, ben de onları severim” dedi. Hem bakraçların üstünü örtüyor, hem konuşuyordu. Keçiye dönüp, “Öyle değil mi Küpeli” dedi. Her keçinin bir adı vardı ve çağırılınca geliyordu. Keçi (Küpeli) konuşmuyordu elbette ama Emine Ablanın söylediğini anlamış gibi ona biraz daha sokulmuştu.
Nihayet keçi önüne gelip durdu ve gitmiyordu. Azarlayan bir söyleyişle, “Acele etme, işimi bitireyim, sıra sana da gelecek!” dedi. “Bu keçi diğerleri gibi niçin gitmiyor” diye sorduğumda bana, “Oğlağını bulamamış, yardım istiyor” dedi. Nihayet Emine Abla işini bitirdi ve gidip keçinin oğlağını birlikte bulduk. Oğlak ağılında, kapı arkasında mahsur kalmıştı. Dikkatimi çekti, baktım ki, diğer kadınlar da keçilerle adeta konuşuyordu! Kadınların hepsi de keçileri anlamayı, onlarla iletişim kurmayı, o ele-avuca sığmaz, inatçı keçilere kendilerini sevdirmeyi ve onlara söz dinletmeyi iyi biliyordu. Onların, Ilkı Yerindeki rutin düzene ve kendi koydukları kurallara uymalarını sağlamayı, karşılıklı ve içten bir sevgiyle onlara istediklerini kolayca, güzellikle yaptırmayı çok iyi biliyorlardı:
Her birinin sağdığı keçiler, sağım yaptıkları noktada onları buluyor, sıraları gelinceye kadar orada bekliyor, sağıldıktan sonra da oradan uzaklaşıyordu. Köyde her evin 50 ila 200 arasında keçisi vardı. Her yıl bunların tamamı için birleşik sürüler teşkil edilir, büyük sürüler ortaya çıkarılır, keçi sayısına göre çobanlar tutulurdu. Erken baharda oğlaklar doğmaya başlar ve sürüler her gün ikindi vakti sağım için “Ilkılık” denilen bu yere getirilirdi. Köyün bütün kadınları, kızları sağım için her gün oraya giderlerdi. Ilkılık, köyün bir kilometre kadar uzağında, Orta Toroslar’ın eteğinde, devasa sedir çamlarının olduğu, dağdan gelen billur gibi bir su arığının kıyısında, çok güzel bir yerdeydi.
Keçileri anlamak ve insanlar gibi onları da ılkılık kurallarına alıştırmak, o zamanlar bana gayet normal görünüyordu. Öyle inanıyorum ki, bunlar köyün kadınlarına da tamamen normal ve sıradan geliyordu. Yıllar sonra anladım ki, bu durum hiç de öyle değil. Nesilden nesle gelişerek gelen, kim bilir kaç bin yılın birikimiydi bu durum. Bütün keçiler sağılıp bittikten sonra oğlaklar salınıyor ve anneleri onları kokluyor, emziriyordu. Ama binlerce keçi ve oğlağın en üst perdeden ve hep bir ağızdan bağrışması sonucu çıkan o curcuna ve gürültü içinde dahi her bir anne ve oğlağı birbirinin sesini, belki kokusunu da algılıyordu. Çok kısa süren bir koşuşturmadan sonra binlerce keçinin arasında hepsi de çabucak buluşuyordu. Demek ki, insanlar gibi onların da her birinin kendine özgü, karakteristik bir sesi vardı.
Kara Keçili, Ak Keçili, Sarı Keçili, Tekeli ve daha niceleri. Demek ki, bu isimler boşuna değilmiş. Bunlar Yörük aşiretlerinden, yani öz be öz Türk aşiretlerinden bazılarının adları. Osmanlı Devletini kuran Kayı Aşireti, Anadolu Selçuklu Devletini kuran Kınık Aşireti de böyledir. Demek ki, tarih boyunca keçi yetiştiriciliğiyle o kadar iç içe olmuşuz ki, bazı aşiretlerimiz adını bile yetiştirdiği keçi cinsinden veya renginden almış. Demek ki, biz bu işte uzmanlığın da çok çok ötesine geçmişiz.
Ama maalesef gelip geçen bazı bilinçsiz ülke yönetimleri tarafından ülkemizdeki o keçilerin nesli neredeyse yok edilmiştir. Yakın zamana kadar, ormanlara zarar veriyor diye, ormanda keçi otlatılması şiddetle yasaklanmıştır. Bunun yanlış olduğu anlaşıldığında ise iş işten geçmiştir. Binlerce yıldır Anadolu dağlarında yetiştirilen keçi neslinden şimdi neredeyse damızlık bile kalmamıştır. Ormanda keçi otlatmaya konulan yasak yüzünden, çok iyi bildiği keçi yetiştiriciliğiyle birlikte hayvancılığı da bırakmış olan birçok Türk Aşiretinin keçi ismi, sadece aşiret adında kalmıştır.
Türklerin Anadolu’ya gelişinden buyana Toros yaylalarının kekik kokan o mis gibi doğal ortamında otlayan, eskinin o büyük keçi sürüleri artık yoktur. O cıvıl cıvıl dağlar, yaylalar, bu gün derin bir sessizlik içindedir. Keçinin ormana zarar değil, tam aksine fayda sağladığı zamanla anlaşılmış olsa da artık iş işten geçmiştir. Toros yaylalarında çok düşük maliyetlerle üretilebilen binlerce ton keçi eti ve sütü artık yok. Bu durumda elbette et ve süt fiyatları 2-3 katına çıkar. Elbette et ithal etmek zorunda kalırız. Toroslarda yetiştirilen keçilerin etindeki lezzet ve doğallık, yabani dağ keçilerinden farksızdır. Ama son zamanlarda Toros keçilerinin o mis gibi etine ve sütüne, bu yüzden hasret kaldık maalesef. Dilerim ki, elde kalmış olanlar tamamen tükenip gitmeden damızlığa ayrılmalı, mümkünse daha da ıslah edilmeli ve keçi yetiştiriciliği tekrar eski günlerine kavuşturulmalıdır. Allah’a emanet olunuz.