Büyükçe bir bahçe, zemini asfalt döşeli. 100’ e yakın çocuk var içeride. Teneffüs saati. Duvarın gerisinden bütün olan biteni seyrediyoruz kızımla. Kızım küçük, okul çağına erişmedi henüz. 3 yaşına yaklaşıyor. Her taraftan sesler duymak mümkün. Çocukların koşturmaları, bağrışmaları ve oyunları… Yıllardır değişmemiş. Değişmeyen bir şey daha var. Yaşıtlarına göre biraz daha kilolu olan çocuk bahçede olanca hızıyla koşturuyor. Bizimde vardı böyle bir arkadaşımız. Adı Ali. Sonradan gelmişti sınıfa. Bize göre bir hayli ağırdı. Soy ismiyle müsemma zinciri elleri ile kesebilirdi belki. – soyadı Zincirkesen idi –
Okulumuzun geniş bahçesinde kararlı ve kendinden emin bir şekilde koştururdu. İster istemez o günlere dönüyor insan. Siyah önlükle koşturduğumuz günler gözümün önünde. Şimdilerde erkek öğrencilerin üzerinde beyaz kısa kollu tişörtler var. Altlarında gri kumaş pantolon. Gri kumaş pantolon tanıdık ama. Ortaokul ve lise yıllarında giydiğimiz pantolonun rengi gri’ydi. Bu anlamda değişen bir şey yok. Kız öğrencilerde ise uzun elbiselerinin kalın çizgileri gri. İnce çizgilerde ise koyu kırmızı renkler hakim. Baştan sona elbiselerinin rengi ise gri’nin her tonu. Her türlü mutluluğun hüküm sürdüğü bahçede, her çocuğun ayrı bir tablosu var. Herkes kendi mutluluk tablosunun resmini yapmakta. Sarışın, ilkokula bu yıl başlamış bir kız küçük taşlar topluyor. Küçük, parlak ve yassı taşlar. Bize yaklaşıyor. Adını soruyorum. Eslem Elif diyor, henüz okumayı öğrenmemiş kız. Bunu da ikinci soruma verdiği cevaptan öğreniyorum.
— Okumayı öğrendin mi?
— Hayır, yazmaya başladık bugün.
Verdiği bu cevaptan sonra gözden kayboluyor. Okul bahçesinde yüze yakın çocuk. Hepsinin elinde birer fırça. Bütün okulu ve okulun bahçesini baştan ayağa boyayacaklar. Bunun için on dakikaları var. Malzemeleri mutluluk boyası. Kimi seksek oynayarak, kimi tek başına okulun çevresini dolaşıp bulduğu taşları beslenme çantasına koyarak, kimi bir grup meşin yuvarlağın peşinde, topu iki demir direğin arasından geçirmeğe uğraşırken, kimisi peşi sıra koştururken… Boyamış olacaklar kendi tablolarındaki resim ile beraber okulu ve bahçesini.
Bir Paris gecesinde Nazım Hikmet kaldıkları otel odasında ressam Abidin Dino’ya sorar. ‘Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?’ diye. Mutluluk tek bir kare ile somutlaştırılamayacağından olsa gerek, resmini yapamaz Abidin. Bu yüzden de mutluluğu sözcüklerle anlatma yolunu seçer. ‘Mutluluğun Resmi’ diye bir şiir yazar ve bu resmin tuvallere sığamayacağını düşünmüş olmalı ki şiirin sonunu şöyle bağlar: ‘Buna da ne tuval yeterdi, ne de boya.’
Bulduğu yeni taşlarla yanımıza geliyor Eslem. Dişinin hizasında tutuyor birini. Dişinin rengi ile aynı renk. Süt beyazı. Bahçeye kaçan top ile bahçeden yola kaçan top peşinden sürüklemez bir çocuğu. Okul’un bahçe kapısı kilitli ise birde… Gösterişsiz bir vuruş sonrası düşüyor top çocukların tablosunun içine. Mutluluklar bölüşülüyor. Bir gol sesi duyuluyor şimdi. Bir tarafın payı biraz azalıyor. Dışarıda bu kadar mutlu çocukların içerde mutsuz olmaları düşünülemez. Çocuk için mutluluk Öğretmen demektir. Mutluluk süzgecinden geçen ise, öğretmenin gülümsemesidir. Somurtarak ders işlemesi değil. Çayın demini bulmasında, çaydan ziyade eldedir maharet. Kıvamını bulmasında bir yemeğin, içine konulan malzemesinde değil aşçıdadır maharet. Bu düşünceler içindeyken, zil çalmış olmalı ki etrafta pek kimse kalmamıştı. Tabi Eslem’de yoktu. Okulun çevresini dolanıp, dönerken evime kızım bir pencereyi işaret ediyordu. Küçük bir baş, pencereden hafifçe sarkmış bize el sallıyordu.
Sol elinde göstermek için uğraş verdiği taşları ile süt beyazı dişlerini de gösterip, gülümseyerek.
*Yeni eğitim-öğretim yılının tüm öğretmenlerimize, öğrencilerimize ve ailelerine hayırlı olmasını temenni ederim.