İnsan hakları söylemi her ne kadar Türkiye’nin siyasi gündemine 12 Eylül darbesinin akabinde girmişse de küresel ölçekte bu söylemlerin ortaya çıkışı 2. Dünya Savaşı sonuna denk gelir.
İki dünya savaşı birden yaşamış Avrupa’da, bu savaşlar esnasında daha önce eşi görülmemiş ve sadece “savaş suçu” denip geçiştirilemeyecek önemdeki bazı uygulamaların eleştirisinden güç bulan “insan hakları söylemi” beraberinde kendi hukuki ve siyasi kurumlarını da getirdi. Peki, 2. Dünya Savaşı sonrasında ne oldu da özel bir tür insan hakları siyaseti ortaya çıktı? Bu siyasetin hukukla ilgisi nasıl gelişti? T. Keenan ve E. Weizman, Mengele’nin Kafatası ismini taşıyan kitaplarında “insan hakları söylemleri” etrafında adli estetiğin doğuşunu irdeleyerek bu sorulara makul cevaplar üretiyorlar. Çünkü 2. Dünya Savaşı sonunda, kötü şöhretli iki Nazi subayı farklı şekillerde ortaya çıkarıldı. A. Eichmann’ın 1960’ta Kudüs’te yargılanması, insan hakları ihlalleri davalarında “tanıklık çağı”nı başlattı. Josef Mengele Almanya’dan kaçtı ve hayatını Arjantin’de saklanarak sürdürdü. Mengele’nin bedeni 1985’teki ölümünden sonra, Brezilya’daki bir morgun muayene masası üzerinde adli tıp ekibi tarafından kimliklendirildi.
Kitapta Keenan ve Weizman, insan hakları konusunda nesnenin ortaya çıkışını, takdim edilme koşullarını ve “şeylerin konuşmasını” yorumlarken başvurulan estetik faaliyetleri araştırıyor. Yazarlar, insan hakları siyasetinin, insan kalıntılarını fotoğraf, fotoğrafları insan kalıntıları gibi ele alan bilim insanları tarafından nasıl dönüştürüldüğünü gösteriyor. İnsan yaşamının tüm ayrıntılarına maruz kalan kemiklerin konuşması sağlanmıştı. Artık kurbanlar ve zalimler laboratuvarda yeniden ortaya çıkabilir ve mahkemedeki yerlerini alabilirdi. Adli estetiğin ortaya çıkışı konuşkan nesnenin ortaya çıkışıdır. Konuşan nesne tanık konumunu işgal eder ve böylece adalet bahsinde yepyeni bir sayfa açar. Kitap, böylelikle bizi “hukuki” olguların nasıl inşa edildiğini yeniden ele almaya sevk ederek, düşüncenin önüne yeni ve geniş bir coğrafya sunuyor.
Son dönemlerde özellikle hukuk süreçlerinde Türkiye’de yaşanan yasadışı dinleme, delil imal etme, kumpasla yargılama vb. tartışmaların sıkça yaşandığı göz önüne alınırsa “kanıtın doğa”sına dair eleştirel duyarlılıklarımızı yeniden gözden geçirip rafine etmemiz gerektiği de ortaya çıkıyor. Sadece insan hakları siyaseti ve hukukunda değil, diğer hukuki süreçlerde de adaletin tesisi bakımından adli bilimlerin sözde uzmanlığına ve ‘nesnelliği’ne güvenin giderek sarsıldığını göz önüne almak gerekiyor. Bu güvenin sarsılmasının doğurduğu ilk sonuç elbette adli süreçlere dair taşınan o büyük şüphe. Bu yönleriyle Mengele’nin Kafatası adalet, hukuk, siyaset ve toplum sorunlarını farklı bir çerçevede yeniden tartışmamızı ima eden önemde bir kitap.