Umut, iyimserlik, dostluk, sevgi, aşk, hayatın güzelliği temalı pek çok filmde başrolü oynayan Robin Williams'ın “doğal olmayan” ölümü, insanı şu dünyevi gündemden az da olsa uzaklaştıracak birtakım düşüncelerin uyanmasına vesile oldu. Hani hep denir ya, her şeyin bir çaresi vardır. Öyle midir sahiden? Veba, verem, kolera gibi pek çok modern öncesi hastalığa tedavi geliştiren modern tıp, sahip olduğu imkânlara ve gelişme hızına rağmen kökeni strese dayanan yeni hastalıklar (spesifik olarak kanser) karşısında niçin eli kolu bağlı durumda?
Kariyer, bir modern çağ motivasyonu. Hayat enerjinizi tüketip karşılığında şan, şöhret, başarı ve para kazanıyorsunuz. Kazanabilirseniz o da; bir kesinliği yok yani. Ama öyle ya da böyle, kesin olan bir şey var: hiç bir bilim aygıtı ve uzman müdahalenin teşhis edemediği ölümcül, manevi bir yara ruhunuzu sarıyor, bedeninize sıçrıyor ve direncinizi saf dışı ederek sizi yok ediyor.
Ünlü aktörün intiharıyla ilgili sosyal medyada pek çok paylaşıma rast geldim. Fakat bir tanesi ilgimi çekti. İngiliz gazetesi The Guardian’da, “Depresyon hastalıktır ve intihar bencillik değildir” başlıklı, neredeyse insan iradesini yok sayan bir yazı* yer almış. Batı-dışı toplumları kaderciliğe inandığı için akıldışılıkla suçlamaya bayılan batı zihniyetinin izleri sürülebiliyor bu yazıda. Burada ilginç olan Batı medyasının kendi biliminin yalancılığına soyunan tavrı. Kartezyen dünyada insan, Tanrısal hükümler karşısındaki edilgenliğine baş kaldırıyor, kendi “kader”ini tercihleriyle elde ediyor, biçimlendiriyor, böylece niceliksel bir üstünlüğe de sahip oluyordu. Yani kulluk ve tevekkülden azat olup bireye dönüşüyor.
Bugün için değişen ne peki? Her şeyi metaryal düzeyde izaha kalkışan Batı rasyonalitesi -izahı olmayan durumlara bir hastalık uydurur- depresyona sebep olan saikleri tanımlayabildi mi acaba? Yoksa mutluluk hormonlarının işleyişini, beyin hücrelerinin çalışmasını zaafa uğratan durumların, kendi canavarlıklarından kaynaklandığını bildikleri için mi sorumluluğu insanın zavallılığından alıp “hastalık”ların üzerine attılar? 19. yüzyılda biz Talat Bey ile Fitnat Hanım'ın aşkıyla uğraşırken adamlar romanını yazdılar; Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ı mutlaka okuyun. Hekim (bilim, teknik, Tanrı’dan rol çalan bilgiçlik)=Canavar’dır orada. Hastalık teşhis etmek meşruiyet elde etmek gibi... Tıpkı Batı-dışı toplumların kötü olan her şeyde şeytanilik aramalarına, “Şeytana uydum, şeytan beni ayarttı.” mazeretine benziyor.
Oysa Batılı ruhbilimciler, psikiyatrlar, psikoterapistler, bir yüzyıldır büyük kopuş nedeniyle doğayla ve doğalla ilgisi kesilen insanın trajedisinden söz ediyorlar. Bu trahik canavarı yok etmek için son üç yüz yılda icat ettiği çoğu şeyi; ilerleme, aydınlama, bilim diye pazara çıkardıkları epistemeyi inkâr etmeleri gerekecek. Anarşist bir abimizin sözleri geldi aklıma: Fren tutmuyorsa gaza yüklen, süreç hızlansın.
Geldiğimiz aşamada –teknoloji, medeniyet, yabancılaşma- insanın hayrına bir durum yoktur. Hikmet ve vicdan çizgisinde insanca varoluş imkânları imha edilmiştir. Uzayan ortalama insan ömrü, medenilikle ilişkilendirilir. İstatistiksel anlamda bir kıstaslık ilişkisidir bu; ancak o grafikler alzheimer, borderline, şizofren insanların acılarından söz etmez bize. Evet, insan, toprağından uzaklaştırılmış endemik bir tür gibi beton şehirlerde, kariyer hevesiyle tıkıldığı ofislerde, sınırsızca sahip olduğu eşyalar arasında, maneviyatını kaybetmiş, ölümden sonraki hayatı kendisine unutturulmuş hâlde âdeta GDO’lu bir karanlığa terk edildi. Burada 1900’lü yılların başında yaşamış Fransız düşünürü (Pierre Teilhard de Chardin)‘nün şu sözünü anımsamak yerinde olur: “21. Yüzyıl, insanların tercihlerini intihar ve ibadet arasında yapacakları bir çağ olacak.”
Son olarak insan, “kaderin de üstünde bir kader”in olduğuna inandığı sürece depresyon yoktur, çaresizlik duygusu yoktur. The Guardian’ın iddiasının aksine, ümitsizlik insan için bir kader olamaz. İntihar ise affı olmayan bir bencilliktir. “Seni gerçekle müjdeledik: Umut kesenlerden olma.”, Hicr suresi, ayet 55.