Doksanlarda, üç ortak, İran’a, on günlük bir iş seyahati yapmıştık. Birimiz Tebriz asıllı, Azeri bir mühendisti. O, aynı zamanda rehberimizdi. Azeriler, bizim için Türk misafirperverliğinin en güzel örneklerini sergilediler. İran’da kaldığımız on gün boyunca, gittiğimiz her şehirde, her akşam ayrı bir aile, bizi akşam yemeğine davet etti. Gündüzleri iş, akşamları da gittiğimiz evin misafir salonunda, çevreden katılan 40-50 kişilik gruplarla, çok keyifli çay sohbetleri yaptık. Anahtar teslimi şeklinde, İran’a iki fabrika kurmak üzere orada ön anlaşma yapmıştık. Kesin anlaşmayı Türkiye’de yapacaktık. Yurda dönüp, adamları günlerce bekledik, gelmediler. Telefon açtığımızda bizim görüştüğümüz firma yetkililerinin tatile çıktığı söyleniyordu. Bizim Başkonsolos yaptığımız iş bağlantılarını biliyordu. Onu aradık, ona da aynı şeyleri söylemişler, üzgündü. O bize, “Maalesef buralarda böyle durumlar sık oluyor, ümitlenmeyin” dedi. Tebriz’de Cuma namazına katıldık. Lavabolar çok yüksekti, ayak yıkamakta zorlandık. Meğer onlar çıplak ayağa mesh ediyormuş. Mihrabın üzerinde İmam Humeyni’nin dev bir posteri vardı. Camide cemaat, “Allah-ü ekber, Humeyni Rehber” gibi sloganlar atıyordu. Bütün Tebriz Cumayı o camide kılıyormuş. Şükür ki, namaz başlayacağında posteri yukarı topladılar. Elinde kılıçla Ali Hamaney’in okuduğu hutbe, hutbeden çok siyasi bir söylem gibiydi. Mimberin tam karşısına oturan Baş Konsolosumuz arada bir ayağa kalkıp, tekrar oturuyordu. Sonra bunun sebebini sorduk. Ali Hamaney her hutbede Türkiye’den de bahsediyor, karalayıcı, aşağılayıcı sözler de söylüyormuş. Bizim Başkonsolos da, camide ona itiraz edebileceğini göstermek için böyle yapıyormuş. Oradaki Cuma’nın bizden farklı yanları vardı, namazda biz onlara pek de uyum sağlayamadık. Sonraki Cuma’ya katılmamaya karar verdik. Tahran’da dönüşe geçtiğimizde yine Cuma günüydü. Azeriler bizi uğurlamaya geldiler. Kalabalık, karşılıklı el ele tutuşup kollarını kaldırdı. Oluşan koridordan biz geçerken hep bir ağızdan bir hıfz ayeti okudular. Cuma Salâları veriliyordu. “Siz gidin, biz seferiyiz” dedik. O gün Molla Mustafa’nın misafiriydik. O, çok okumuş, iyi bir insandı. “Cuma önemli, gitsek çok sevabı var ama sorun yok, bize farz değil” dedi. “Cuma namazına çağrıldığınızda koşun” mealindeki ayeti okudum, “Tamam ama bize imamımız farz etmedi” dedi. “Ayete mi, imama mı uyulacak“ dediğimde, “ Efendim izahı uzun sürer, sizin vaktiniz yok” deyip, kibarca geçiştirdi.
Halkın çoğu Şiiliği yaymaya şartlandırılmış gibiydi. Birçoğu Türkiye’yi yanlış tanıyor, kâfir biliyordu. Astara şehrinde yanımıza sokulan bir grup kadın “Siz Türkiye’den misiniz” diye sordu, “Evet” dedik. “Ne mutlu size” dediler. “Niçin” dedik, “Sizde isteyen camiye, isteyen meyhaneye gidiyor, sizde riya olamaz” dediler. İran’da trafik ışıkları vardı ama uyan yoktu. Arabaların ekseriyeti çarpıktı. Biz, şehirlerde kendi arabamızı bırakıp, taksi tutmayı yeğledik. Dükkânlarda esnaf, hesap makinesi yerine abaküs kullanıyordu. Devrim muhafızları diye bilinen, sivil giyimli bir gençlik teşkilatı her yerde yol kontrolü yapıyordu. Caddede eşiyle yürüyüş yapan, yeni evli Ali’yi bunlar, eşinin yanında ve sudan bir sebeple tokatlamışlar, Ali çok üzülüyordu. Ali, bizi akşam yemeğine davet eden ailelerden birinin oğluydu. Halkı yönlendiren yasalardan çok, imamlar ve mollalardı. Ama her imam ve mollanın, neredeyse her konuda ayrı bir fetvası vardı. Az sayıdaki Sünnî Müslümana çok baskı ve tecrit uygulandığını öğrenince çok üzülmüştük. Azerilere çok bilimsel ve sistemli bir şekilde asimilasyon uygulanıyordu. İran’ın dünyaya kapalı bir ekonomisi vardı. Bu sebeple izim bir aylık asgari ücretle bir aile orada bir yıl geçinebilirdi. İş bağlantılarımız boşa gitmişti ama biz bu seyahatte, burada anlatmaya imkan bulunmayan çok şey öğrenmiş ve anlamıştık. Kamu düzeni, inanç ve yaşayış tarzı gibi birçok bakımdan İran’la bizim çok farklı yanlarımız vardı ki, bu normal. Bu seyahatten bizim asıl kazancımız, bu farklılıkların neredeyse tamamına yakın bir kısmına yerinde şahit oldukça, T.C. Vatandaşı olmanın ve Türkiye’nin kıymetini daha iyi anlamış olmamızdır. Allah’a emanet olunuz.